İlim Dünyamıza Hoşgeldiniz.. ßiร๓illคђiггคђ๓คภiггคђi๓ ..νυѕℓαтıм özℓємiм∂iя..
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

İlim Dünyamıza Hoşgeldiniz.. ßiร๓illคђiггคђ๓คภiггคђi๓ ..νυѕℓαтıм özℓємiм∂iя..

KaRdEsLiGiN DaIm oLdUgU, sEvGiLeRiN BiRlEsTiĞi, DoStLuKlArIn bItMeDiGi AiLe fOrUmUmUzDa iYi vAkIt gEçIrMeNiZ UmUdUyLa eFeNdIm eDePlE GeLeN HüRmEtLe gIdEr.
 
AnasayfaKapıLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük"

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
vuslatım özlemimdir
Yönetici
Yönetici
vuslatım özlemimdir


Mesaj Sayısı : 916
Kayıt tarihi : 02/04/09
Yaş : 47
Nerden : SİVAS

Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük" Empty
MesajKonu: Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük"   Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük" Icon_minitimeC.tesi Ağus. 15, 2009 7:52 pm

Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük"


1. Kur'ân'ın meydan okuyuşuna karşılık, onun benzerini kimsenin getirememesi:
Kur’ân’ın ifadesindeki üstünlük onun en büyük mûcizelik yönüdür. Kur’ân-ı Kerîm, kendisine inanmayanlara meydan okur. Onlara Kur’ân’ın bir benzerini getirme konusunda karşılık vermeye davet eder:

“Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa, haydi onun benzeri bir sûreyi getirin.”

Ancak Kur’ân’ın karşısında yer alanlar, onun bir sûre-sinin değil, bir âyetinin bile benzerini getirmeye cesaret edemezler, âciz kalırlar. Kur’ân’ın bu meydan okuyuşu karşısında susar, bir iki satırla dahi olsa cevap veremez-ler. Böylece en kısa, en rahat ve en hafif bir yolu terk eder-ler; onun yerine en tehlikeli, mallarını ve canlarını belaya atacak uzun bir yolu tercih ederler. “Sözle karşılık verme yerine kılıçla karşılık verme” gibi zorlu bir yolda yürürler.

Milyonlarca Arapça kitap yazıldığı halde hiçbirisi Kur’ân’a benzemez. Âlim olsun, âmi olsun, bir kimse, bir o kitaplara baksa, bir de Kur’ân’a baksa, “Kur’ân bunlara benzemez, hiçbirisi onun benzeri olamaz” diyecektir.

Zaten o zamandan bu zamânâ kadar hiç kimse Kur’ân’a benzer bir kitap veya Kur’ân sûrelerine benze-yen bir sûre yazmaya teşebbüs edememiştir. Zaten teşeb-büs edilseydi, bu durum duyulacak ve bilinecekti. Olma-dığına ve olamayacağına göre, demek ki, Kur’ân-ı Kerîm her şeyiyle Allah kelâmıdır. Müseylime-i Kezzap gibi kendini peygamber olarak ilan eden bazı sahtekârlar o dönemde bazı şiirimsi şeyler karalamış olsalar da, o sözler birer gülünç ve hezeyan şeklinde tarihe geçmiştir.

2. Kur'ân'ın kelime ve cümlelerindeki düzen ve birbiriyle
ilişkileri:

Nasıl ki saatin; saniye, dakika ve saati sayan ve birbirini tamamlayan bir sistemi varsa, aynı şekilde Kur’ân-ı Kerîmin de her cümlesindeki kelimelerin birbirleriyle irtiba-tı, ilişkisi ve bağlantısı vardır.

Her kelime ve her harf arasında çok sıkı ve kopmaz bir bağ vardır. Bir kelimeyi veya bir harfi aradan çıkarmak mümkün olmadığı gibi, bir başka kelimeyi ve harfi ilave etmek de mümkün değildir.

Meselâ İhlâs sûresinde Tevhidin ispatı yapılır. Her cümle ve her kelimenin biri diğeriyle irtibatlıdır.

Meselâ, ilk âyette, “De ki, o Allah’tır” denir. Bu cümlenin diğer cümlelerle şöyle mantıki bir bağı vardır:

Çünkü O birdir, çünkü onun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, her şey Ona muhtaçtır.

Çünkü O doğurmamıştır (anne olamaz).

Çünkü O doğurulmamıştır (çocuk olamaz).

Çünkü O hiçbir şeye benzemez.

Böylece altı cümlenin herbiri bu şekilde biri diğerinin hem delili, hem de ispatıdır.

3. Kur'ân'ın mânâsındaki üstünlük:

Kur’ân gelmeden önce, insanlık koyu bir cehalet karan-lığı içindeydi. Her şey mânâsız ve anlamsız bir biçimde görünüyordu. Ama Kur’ân gelir gelmez, yerin, göklerin ve ikisi arasındaki her şeyin Allah’ı zikir ve tesbih ettiğini, o varlıkların mânâsız ve başıboş olmadıklarını anlattı. Birdenbire her şey değer ve mânâ kazandı.

“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder.” , “Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder” gibi âyetlerin anlattığı üzere, uzayda birer ateş parçası olan yıldızlar ve yerdeki perişan varlıklar “tesbih etmeleriyle”, işitenlerin gözünde, gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar mânâ dolu birer kelime ve hakikat saçan birer ışık oldu.

Yerküre bir baş haline geldi, karalar ve denizler birer dil şekline dönüştü. Hayvanlar ve bitkiler kendi dillerine ve hallerine göre zikir ve tesbih eden birer memur oldular.


Bir başka âyette şu mânâlar hatırlatılıyor:

“Ey âcizliği ve küçüklüğü ile gurur ve inada kapılan insanlar ve cinler! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi elinizden gelirse mülkümün sınırlarından çıkınız.

Nasıl cesaret edersiniz ki, öyle bir Sultanın emirlerine karşı geliyorsunuz; yıldızlar, aylar ve güneşler emrinde çalışırlar, itaat ederler.

“İsyan ederek öyle bir sultana karşı geliyorsunuz ki, onun öyle büyük itaatli askerleri vardır ki, faraza şeytanlarınız dayanabilseler onları dağ gibi güllelerle taşlayabilir.

“Siz isyan etmekle öyle bir kanunu çiğniyorsunuz ki, o kanunla öyleleri bağlıdır ki, eğer lüzum olsa dünyanızı yüzünüze çarpar gülleler gibi yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilir.”

4. Kur'ân'ın üslûbundaki benzersizlik ve olağanüstülük:

Kur’ân’ın üslubu hiçbir insanın üslubuna benzemeyecek kadar hârika ve ikna edicidir. Kur’ân hiçbir şeyi, hiç bir kimseyi taklit etmemiş, hiç kimse de onu taklit edememiştir. Nasıl gelmişse o şekilde üslubunu, tazeliğini, orijinalliğini muhafaza etmiştir.

Bir kısım sûrelerin başlarında yer alan “Elif lâm Mîm”, “Elif Lâm Râ” gibi mukattaât harfleri, Allah ile Peygamberimiz (a.s.m.) arasında birer şifre olduğu gibi, pek çok sırları ve gizli mânâları da içermektedir.

Kur’ân’ın bu genel üslubuna bir örnek:

Meselâ Amme Sûresine dikkat edilse âhireti, Cennetin ve Cehennemin hallerini öyle güzel bir üslûpla anlatır ki, şu dünyadaki İlâhi fiil ve eserler ahiretteki hallere bakar, ispat eder ve kalbi ikna eder.

Sûrenin başında kıyamet gününü ispat ederken de şöyle der:

“Size yeryüzünü güzelce serilmiş bir beşik, dağları evlerinize ve hayatınıza defineli birer direk, hazineli birer kazık, sizi birbirini seven, ünsiyet eden çiftler, geceyi uyku ve rahatınız için bir örtü, gündüzü geçiminiz için bir meydan, güneşi ışık verici ve ısıtıcı bir lamba, bulutu ise bir çeşme gibi yarattım.

“Basit bir sudan, bütün rızkınızı taşıyan çiçekli ve meyveli birçok şeyi kolayca ve kısa bir zamanda Biz icat ederiz.

“Öyle ise her şeyin birbirinden ayrıldığı gün olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek de Bize ağır gelmez.”

Yine Hûd Sûresinde Nuh Tufanını anlatırken, peygamberlerini dinlemeyen ve azabı hak eden Nuh kavmi-nin helak edilmesi için göklere ve yere emir verir, tufan da görevini yaptıktan sonra şöyle emreder:

“Ey arz, suyunu yut, ey semâ, işin bitti.

“Su çekildi, dağın başında çadır vazifesini gören gemi-si kurtuldu, Cûdi dağına oturdu, zalimler cezalarını buldular.”

Böylece yer ve gök iki asker gibi emri dinlerler, itaat ederler.
Bu misâlle şu hakikate işaret ediyor:

“Yer ve gök itaat eden iki asker gibi emirlerine bakan bir zata isyan edilmez ve edilmemelidir.”

5. Kur'ân'ın lâfzındaki olağanüstülük; tekrar tekrar okunmasına rağmen usandırmaması:

Kur’ân binlerce defa okunsa usandırmaz, belki lezzet verir. Küçük bir çocuğun hâfızasına ağır gelmez, Kur’ân’ı ezberleyebilir.

En basit ve kısık bir sesten rahatsız olan en ağır hastaları rahatsız etmez, kulaklarına hoş gelir.

Son anlarını yaşayan bir insanın beynine bir şerbet gibi gelir. Kur’ân’ın zemzemesi bu haldeki bir insanın kulağı-na ve ağzına giren zemzem suyu gibi lezzet verir.

Usandırmamasının sırrı ise şudur:

Kur’ân kalblere güç ve gıdadır, akıllara kuvvet ve zenginliktir, ruhlara su ve ışıktır, nefislere ilaç ve şifadır. Her gün ekmek yeriz, usanmayız, fakat en güzel bir meyveyi her gün yesek usandırır.

Demek ki, Kur’ân’da öyle hak ve hakikat, doğruluk ve hidâyet ve hârika bir fesâhat vardır ki usandırmıyor. Devamlı gençliğini koruduğu gibi, tazeliğini de koruyor.

Kureyş kabilesinin reislerinden meşhur bir belâğat ustası, müşrikler tarafından Kur’ân’ı dinlemesi için gönderilmiş, dinledikten sonra gelmiş ve hayranlığnı şöyle ifade etmiştir:

“Şu kelâmın öyle tatlılığı ve tazeliği var ki, insan sözü-ne benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların sözlerine hiç benzemez. Olsa olsa çevremizdeki insanları kandırmak için sihir demeliyiz.”

6. Kur'ân'ın konuları açıklamasındaki olağanüstülük:

Kur’ân’ın açıklamalarında çok üstün bir güzellik vardır. Kur’ân, Cenneti ve ebedi saâdeti anlatırken âb-ı kevser gibi hoş, Cennet çeşmesi gibi akıcı, Cennet meyveleri gibi tatlı, huri elbisesi gibi güzeldir.

Kıyamet ve Cehennemden bahsederken, küfür ehlinin kulağında kaynayan kurşun gibi, beyninde alevlenen ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde hücuma geçen Cehennem gibi, midesine acı dikenli ot gibi tesir eder.


Ayrıca Cehennem gibi bir azap memurunun, öfkesinden ve kızgınlığından parçalanma derecesine gelmesi, Kâinat Sahibinin tehdidinin şiddetini gösterir.

* * *

Kur’ân-ı Kerîmi medih ve övgü makamında meselâ, beş sûrenin “Elhamdülillah” kelimesiyle başlaması, Kur’ân’ın açıklamalarının güneş gibi parlak, yıldız gibi ziynetli, gökler ve yer gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara merhamet etme gibi şefkatli, âhirette Cen-net gibi güzeldir.

Günahlı işleri kötü gösterme konusunda ise, meselâ gıybet hakkında “Bazınız bazınızın gıybetini yapmasın. Sizden biri ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” derken, “Vicdanınız nerede, fıtratınız bozulmuş mu ki, en acınacak bir halde bir kardeşinin etini yemek gibi çirkin bir işi yapıyor” açıklamasını getiriyor.

Kur’ân, iman hakikatlerini ispat ederken meselâ haşir hakkında, “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine, yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan el-bette ölüleri de diriltecektir. O her şeye hakkıyla kadirdir” âyetiyle akılları teskin ediyor.

Yâsin Sûresinin ilk âyetinde “Hikmetli Kur’ân’a kasem ederim, sen resullerdensin” diyerek Kur’ân, Kur’ân’ı anla-tırken, şu hakikati dikkatimize veriyor:

“Sen resulsün. Çünkü senin elinde Kur’ân vardır. Kur’ân ise haktır ve Hakkın kelâmıdır. Çünkü içinde ha-kiki hikmet ve mûcize mühürleri vardır.”

* * *

İnsanlara hakkı göstermede ve anlatmada Kur’ân’ın açıklamaları o kadar etkili, o derece cana yakın ve sıcaktır ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi, merakla aklı ve gözü yaşla doldurur.

Meselâ, İsrailoğullarına der ki: “Mûsa Aleyhisselamın asâsı gibi bir mûcizesine karşı sert taş, on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsa Aleyhisselamın bütün mûcizelerine karşı ilgisiz kalarak gözünüz kuru, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor.”

Kur’ân’ın, karşısına çıkan muhataplarını susturmada ve çaresiz bırakmadaki üslubuna bir misâl olarak şu âyet verilebilir:

“Eğer Kur’ân’da bir şüpheniz varsa, size yardım edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız, bir tek sûresine bir nazire yapınız, bir benzerini getiriniz.”

Bunun gibi âyetlerle Kur’ân’a itiraz edenlerin ellerini ve kollarını bağlı olarak bırakıyor.


257-Bakara Sûresi, 23
258-Hadîd Sûresi, 1
259-Hûd Sûresi, 44
260-Hucurat Sûresi, 12
261-Rum Sûresi, 50
262-Bakara Sûresi, 23
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
vuslatım özlemimdir
Yönetici
Yönetici
vuslatım özlemimdir


Mesaj Sayısı : 916
Kayıt tarihi : 02/04/09
Yaş : 47
Nerden : SİVAS

Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük" Empty
MesajKonu: Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 2: "Kur'ân'ın Kapsamlılığındaki Olağanüstülük"   Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük" Icon_minitimeC.tesi Ağus. 15, 2009 7:54 pm

Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 2: "Kur'ân'ın Kapsamlılığındaki Olağanüstülük"


1. Kur'ân'ın lâfzındaki kapsamlılık; bir sözün pek çok anlamı içine alması:
Kur’ân’ın her bir kelâmının, her bir kelimesinin, her bir harfinin, hatta bir sükûnunun çok vecihleri, çok yönleri vardır.

Her muhataba, her seviyeden ve her anlayıştan insana ayrı ayrı, farklı farklı mânâları vardır.

Bu yönüyle Kur’ân, mânâları mutlak, yani kayıtsız ve sınırsız bırakır, böylece muhataba geniş bir mânâ derinliği verir.

Meselâ “Ulâike humu’l müflihûn (İşte felâh bulanlar, kurtuluşa erenler onlardır)” derken kimin kurtuluşa ereceğini, kimin zafer bulacağını mutlak bırakıyor, belirtmiyor, herkes istediğini içinde bulsun diyor.

Böylece Kur’ân sözü az söyler, tâ ki uzun olsun.

“Felâh (kurtuluş)” şöyle anlaşılabilir:

● Bir kısım muhatabın maksadı Cehennem ateşinden kurtulmaktır.
● Bir kısmı yalnız Cenneti düşünür.
● Bir kısmı ebedi saâdeti arzu eder.
● Bir kısmı yalnız Allah’ın rızasını ister.
● Bir kısmı Allah’ın Nur Cemalini görmek ister.
Böylece kimin kurtuluşa ereceğini belirtmeyip sükutla geçerek güya şöyle diyor:
● “Ey Müslümanlar, müjde size!
● “Ey takva sahipleri, sen Cehennemden felâh bulur-sun.
● “Ey sâlih, sen Cennette felah bulursun.
● “Ey ârif, sen Allah’ın rızasına nail olursun.
● “Ey âşık, sen Allah’ın rü’yetine mazhar olursun.”

2. Kur'ân'ın mânâsındaki kapsamlılıkla birbirinden farklı pek çok topluluklara rehber oluşu:

Kur’ân-ı Kerîm bütün müçtehidlerin ortak kaynağıdır. Her müçtehid ve mezhep imamı içtihadında önce Kur’ân’ı esas almış, dinî hükümleri Kur’ân’da bulmuş ve Kur’ân’dan çıkarmıştır.

Bütün ârifler, irfan sahipleri ve İlâhi marifete ulaşanlar, Allah’ın varlık ve birliğinde, Tevhidde ve hakikatte aklen, kalben ve ruhen birer uzman olan ârif-i billahlar dersleri-ni Kur’ân’dan almışlar, zevklerini, hazlarını ve lezzetleri-ni Kur’ân’la tatmışlar, Kur’ân’la anlamışlardır.

Bütün tasavvuf erbabı, İlâhi vuslata ulaşan gönül erleri, kalb ve ruh eğitimcileri, muhtaç gönülleri İlâhi çeşmeye davet eden Hak erenleri hep Kur’ân’ı rehber almışlardır.

İnsan-ı kâmil vasfını taşıyan kemal sahibi, üstün vasıflı insanlar, mü’min ruhları seyr ü sülûka çağıranlar, mânâyı ve mâneviyatı tattıranlar; halleri, hayaları, edepleri, örnek bakış ve görüşleriyle çevrelerine hakikat incileri saçanlar Kur’ân’la yüceliklere ermişlerdir.

Bütün ilim ve hakikat ustaları, kafa ve beyin zenginleri, akıl ve idrak sahipleri, âlimler ve allâmeler, ulemâ ve dâhiler, önlerini ve yollarını, icatlarını ve keşiflerini, çizgilerini ve mezheplerini Kur’ân’da bulmuşlar, çıkarmışlar ve kitaplarına almışlar. Yüzbinlerce cilt kitapla dünyaya ilim, irfan; hak ve hakikat dersini vermişler.

3. Kur'ân'ın içerdiği bilimlerin kapsamlılığı:

Başta tefsir, hadis, kelâm ve fıkıh olmak üzere dinî i-limler; en önde tasavvuf olmak üzere manevî ilimler, Kur’ân’a dayandıkları gibi; birer öz ve prensip olarak fizik, kimya, biyoloji, astronomi ve tıp gibi müsbet ilimler de Kur’ân kaynaklıdır.

Her şeyiyle bir gayb âlemi olan âhirete ait bilgiler, Cennet ve Cehennem gibi aklın kavramakta zorlandığı malumatları gerçek anlamda ve doğru bir şekilde sadece Kur’ân haber vermektedir.

Bunun içindir ki, Kur’ân’da kıyamet tasvirleri, Cennetin bütün nimetleri, Cehennemin bütün azap çeşitleri, mahşer yerinin ve mizanın bütün bilgileri, en ince detay-lara varıncaya kadar Kur’ân’da yer almıştır.

Bundan dolayıdır ki, sonsuz âlemlere merak saranlar, meraklarını sadece Kur’ân’la giderebilirler.

4. Kur'ân'ın konuları ele alışındaki kapsamlılık:

Kur’ân insan ve insanla ilgili bütün meselelerden, kâinat ve kâinatla alakalı bütün konulardan açıkça ve genişçe söz eder. Göklerden ve yerden, dünyadan ve âhiretten, geçmişten ve gelecekten, ezelden ve ebedden, her şeyden eksiksiz bahseder.

İnsanın ana rahmine düşmesinden tâ kabre girmesine kadar, yemek ve içmek âdâbından yatıp kalkma âdâbına, insanın kader ve kaza ile olan ilişkisine varıncaya kadar her yönüyle insanı ele alır.

Cenâb-ı Hakkın insanın kalbine ve iradesine müdahalesinden bütün bir semayı kudret elinde tutmasına kadar, yeryüzü bahçesindeki çiçek, üzüm ve hurmadan tut, kıyametin kopmasına varıncaya kadar, dünyanın imtihan için açılmasından, tâ kapanmasına kadar, âhiretin ilk girişi olan kabirden berzaha, mahşerden sırat köprüsüne, tâ Cennete ve ebedi saâdete varıncaya kadar, Hazret-i Âdem’in ilk yaratılışından ve iki oğlunun kavgasından tâ Nuh (a.s.) tufanına, Firavun’un kendisinin ve kavminin denizde boğulmasına ve bütün peygamberlerin başlarından geçenlere varıncaya kadar hepsinden mükemmel bir şekilde bahseder.

5. Kur'ân'ın üslûp ve özlü ifadesindeki kapsamlılık:

a. Bir âyette bir sûreyi, bir sûrede Kur'ân'ı ve kâinatı topla-yan kapsamlılık:
Kur’ân’daki âyetlerin çoğu, her biri birer küçük sûre, sûrelerin çoğu ise her biri birer küçük Kur’ân gibidir. Bu ise çok güzel bir kolaylıktır. Çünkü herkes her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde ya bilgisizliğinden veya başka bir sebepten dolayı her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya zaman ve fırsat bulamaz. Kur’ân’dan mahrum kal-mamak için her bir sûre birer küçük Kur’ân hükmünde-dir. Hatta her bir uzun âyet birer kısa sûre yerine geçer.

Hatta Kur’ân’ın Fatiha’da, Fatiha’nın da Besmele içinde bulunduğuna keşif ve keramet sahibi zatlar ittifak etmişlerdir.

b. Kur’ân’ın herkesin her türlü ihtiyacına cevap veren kapsamlılığı:

Kur’ân âyetlerinde emir ve yasaklar, Cennet müjdesi ve Cehennemden sakındırma, teşvik ve korkutma, kötülükten uzaklaştırma, doğruya irşad etme, kıssalar ve mi-sâller, hükümler, Allah’ın varlık ve birliğini tanıtan konular, kevnî ilimler ve kanunlar, şahsi ve sosyal hayatın şartları, kalbî ve manevi hayat, âhiret hayatı gibi insanın ihtiyacı olan her şeyi içinde bulundurduğundan dolayıdır ki, “İstediğin her şey için Kur’ân’dan her ne istersen al” denmiştir.

Kur’ân’da öyle bir kapsamlılık vardır ki, Kur’ân âyetle-ri her derde deva, her ihtiyaca gıda olabilir.

c. Kur'ân'ın mûcize derecesinde özlü oluşu:

Kur’ân bazen, uzun zincirleme bir hakikatin iki yönünü öyle bir biçimde anlatır ki, o hakikati çok güzel gösterir.

Meselâ, “Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ağaç çıkarır, onunla ateşinizi yakarsınız” mealindeki âyet-i kerîmede geçen nimetleri hatırlatarak asıl olan zincirleme haki-kati anlatır.

Bundan önceki iki âyette şu hakikat dile getirilmiştir: İsyana sapan insanın, “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye meydan okur gibi inkârına karşı Kur’ân şöyle der:

“Kim başlangıçta yaratmışsa O diriltecek. O yaratan Zat ise her bir şeyi her bir haliyle bilir. Hem size yeşil ağaçtan ateş çıkaran Zat, çürümüş kemiğe de hayat verebilir.”

Yani: Size ağaçtan meyveyi ve ateşi, ottan erzakı ve sebzeleri, topraktan hububatı ve bitkileri verdiği gibi, yeryüzünü size hoş ve her bir erzakınızın içine konulduğu bir beşik ve dünyayı güzel ve bütün ihtiyaçlarınızın içinde bulunduğu bir saray yapan Zattan kaçıp başıboş kalıp, yokluğa gidip saklanılmaz. Vazifesiz olup, kabre girip uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız.

Sonra Kur’ân haşrin bu deliline işaret olan “yeşil ağaç” kelimesiyle der ki:

“Ey haşri inkâr eden adam! Ağaçlara bak. Kışta ölmüş kemikler gibi sayıya gelmez çokluktaki ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hatta her bir ağaçta yaprak, çiçek ve meyve vererek haşrin üç örneğini gösteren bir Zata karşı, inkâr ile, akla sığıştıramamakla kudretine meydan okunmaz.”

Sonra Kur’ân bir delile daha işaret eder:

Size ağaç gibi sert, katı ve karanlıklı bir maddeden ateş gibi latif, hafif ve nurlu bir maddeyi çıkaran bir zatın, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat, nur gibi bir şuûr vermesini nasıl aklınız almaz?

Kur’ân haşrin bu deliline daha açıklayıcı şöyle bir mâ-nâ getirir:

Arap bedevileri için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın yeşilken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi ya-ratan ve rutubetiyle yeşil, ve hararetiyle kuru gibi iki zıt özelliği bir araya getirip onu buna sebep kılmakla her bir şey, hatta asıl unsurlar ve esas özellikler Onun emrine bakar, Onun kuvvetiyle hareket eder. Hiç birisi başıboş olup kendi kendine hareket etmediğini gösteren bir Zatın, top-raktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı, topraktan yeniden çıkarması akla ters gelmez, isyan ile Ona meydan okunmaz.

d. Kur'ân'ın cüz'î olaylarda kapsamlı kanunları dile getiren özlülüğü:

Kur’ân hakikatleri o kadar özlü, o kadar kapsamlı ve derindir ki, bazen bir denizi bir ibrikte gösterir biçimde, çok geniş, çok uzun temel düsturları ve genel kanunları sıradan insanlara bile bir merhamet eseri olarak basit bir yöntemle ve özel bir olayla gösterir.

Bazen bir kelimenin içine açık olarak veya işaret şek-linde bir davanın delillerini gösterir.

Birinci misâl:

Âdem Aleyhisselama meleklerin secde edip, şeytanın secde etmemesi gibi özel bir olayla şu geniş hakikati ders verir:

Balıktan meleğe varıncaya kadar pek çok varlık insanoğlunun emrine verildiği ve ona itaat ettiği gibi, yılandan şeytana varıncaya kadar pek çok zararlı varlık da ona itaat etmeyip düşmanlık etmektedir.

İkinci misâl:

Hz. Mûsa’nın kıssasında geçtiği gibi, tanrılık iddiasında bulunan Firavun, veziri olan Hâman’a emir verir: “Bana yüksek bir kule yap, gökleri gözetleyip bakacağım. Uzayın gidişatından, acaba Mûsa’nın dava ettiği gibi se-mada tasarruf eden bir ilâh var mıdır?” Kule anlamına gelen “sarhan” kelimesiyle Kur’ân, şu basit olayla dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Yaratıcıyı tanımadığından tabiata taparak tanrılık dava eden, despotluğunun izlerini göstermekle adını yaşatan, şöhrete düşkün oluşuyla dağlar gibi piramitleri inşa eden, sihre ve öldükten sonra ruhun beden değiştirmesi olarak bilinen reenkarnasyona inanıp cesetlerini mumyalattıktan sonra dağlar büyüklüğündeki mezarlarda muhafaza altına alan Firavunların geleneklerinde geçerli olan çok garip bir prensibe işaret eder.

Bir başka misâl:

Kur’ân, Hz. Mûsa’nın peşine düşen Firavun’un Kızıldeniz’de boğulmasından yüzyıllar sonra cesedinin sahile vurması sonucu, mumyasız olduğu halde dört bin senedir bozulmayıp kalması hususunda Firavun’a şöyle der:

“Bugün senin cesedini kurtaracağız.”

Bu âyetle Kur’ân, bütün Firavunların reenkarnasyona inandıkları için cesetlerini mumyalatarak geçmişi gelecek nesillerin gözleri önünde sergilemekle, ölüm dolu ibretli bir hayatta kalma anlayışlarını ifade eder.
Yirminci yüzyılın başında ise denizde boğulan Firavun’un cesedinin bulunmasıyla, zaman denizinin dalgaları üstünde şu asır sahiline atılacağını gaybî bir işaret şeklinde mûcize olarak dile getirir.

(Bilindiği gibi Firavun’un bu cesedi İngiltere’de Louvre Müzesinde sergilenmektedir.)

e. Kur'ân'ın gerek içerik, gerekse üslûp itibarıyla bütün üstünlükleri, hiçbir karışıklığa yol açmadan kendisinde toplayan kapsamlılığı:

Kur’ân’ın sûre ve âyetlerine ve özellikle sûre ve âyetlerinin başlarına dikkat edilse görünür ki, belâğat kaidelerinin bütün çeşitlerini, güzel sözlerin bütün kısımlarını, üstün üslupların bütün sınıflarını, güzel ahlakın bütün özelliklerini, müspet ilimlerin bütün özlerini, İlâhi marifetin bütün içeriklerini, şahsi ve sosyal hayatın bütün faydalı prensiplerini, kâinatta var olan üstün hikmetlerin bütün nurlu kanunlarını bir araya getirmekle beraber hiçbir karışıklık eseri yoktur.

O kadar farklılıkları bir arada toplayıp bir münakaşa, bir karışıklık çıkarmamak, hâkim bir îcaz düzeninin işi olabilir.

Bu bütünlük içinde şu nizamla birlikte kara cahilliğin kaynağı olan hârika olayları sıradanlaştıran perdeleri keskin açıklamalarıyla yırtmak, sıradanlık perdesi altında gizli olan pek çok hârikalıkları çıkarıp göstermek ve din-sizliğin temeli olan tabiat tağutunu delillerin elmas kılıcıyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalın tabakalarını gök gürlemesi gibi seslerle dağıtmak ve felsefeyi âciz bırakan kâinatın kapalı tılsımını ve âlemin yaratılışının bil-mecesini açıp keşfetmek, ancak hakikati gören, gaybı bilen, hidâyet nuru saçan ve hakkı gösteren Kur’ân gibi bir mûcizenin işidir.

Kur’ân, Kâinat Sahibinin çok yüce, çok ciddi ve hakiki bir konuşması ve konuşturmasıdır. Bunun taklidi hiçbir şekilde mümkün değildir. Sadece O söyler ve söylettirir. Kur’ân’ı en ufak bir biçimde dahi taklit eden çıkmamış ve çıkamamıştır.

262-Bakara Sûresi, 5
263-Yâsin Sûresi, 80
264-Ğâfir Sûresi, 36
265-Yunus Sûresi, 92
266- Bakara Sûresi, 23
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
vuslatım özlemimdir
Yönetici
Yönetici
vuslatım özlemimdir


Mesaj Sayısı : 916
Kayıt tarihi : 02/04/09
Yaş : 47
Nerden : SİVAS

Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük" Empty
MesajKonu: Kur’ân’ın Mûcizelik Yönleri 3: "Kur'ân'ın Mûcize Derecesinde Özlü Oluşu"   Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük" Icon_minitimeC.tesi Ağus. 15, 2009 7:56 pm

Kur’ân’ın Mûcizelik Yönleri 3: "Kur'ân'ın Mûcize Derecesinde Özlü Oluşu"


Kur’ân bazen, uzun zincirleme bir hakikatin iki yönünü öyle bir biçimde anlatır ki, o hakikati çok güzel gösterir.

Meselâ, “Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ağaç çıkarır, onunla ateşinizi yakarsınız” mealindeki âyet-i kerîmede geçen nimetleri hatırlatarak asıl olan zincirleme hakikati anlatır.

Bundan önceki iki âyette şu hakikat dile getirilmiştir: İsyana sapan insanın, “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye meydan okur gibi inkârına karşı Kur’ân şöyle der:

“Kim başlangıçta yaratmışsa O diriltecek. O yaratan Zat ise her bir şeyi her bir haliyle bilir. Hem size yeşil ağaçtan ateş çıkaran Zat, çürümüş kemiğe de hayat verebilir.”

Yani: Size ağaçtan meyveyi ve ateşi, ottan erzakı ve sebzeleri, topraktan hububatı ve bitkileri verdiği gibi, yeryüzünü size hoş ve her bir erzakınızın içine konulduğu bir beşik ve dünyayı güzel ve bütün ihtiyaçlarınızın içinde bulunduğu bir saray yapan Zattan kaçıp başıboş kalıp, yokluğa gidip saklanılmaz. Vazifesiz olup, kabre girip uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız.

Sonra Kur’ân haşrin bu deliline işaret olan “yeşil ağaç” kelimesiyle der ki:

“Ey haşri inkâr eden adam! Ağaçlara bak. Kışta ölmüş kemikler gibi sayıya gelmez çokluktaki ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hatta her bir ağaçta yaprak, çiçek ve meyve vererek haşrin üç örneğini gösteren bir Zata karşı, inkâr ile, akla sığıştıramamakla kudretine meydan okunmaz.”

Sonra Kur’ân bir delile daha işaret eder:

Size ağaç gibi sert, katı ve karanlıklı bir maddeden ateş gibi latif, hafif ve nurlu bir maddeyi çıkaran bir zatın, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat, nur gibi bir şuûr vermesini nasıl aklınız almaz?

Kur’ân haşrin bu deliline daha açıklayıcı şöyle bir mânâ getirir:

Arap bedevileri için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın yeşilken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi ya-ratan ve rutubetiyle yeşil, ve hararetiyle kuru gibi iki zıt özelliği bir araya getirip onu buna sebep kılmakla her bir şey, hatta asıl unsurlar ve esas özellikler Onun emrine bakar, Onun kuvvetiyle hareket eder. Hiç birisi başıboş olup kendi kendine hareket etmediğini gösteren bir Zatın, top-raktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı, topraktan yeniden çıkarması akla ters gelmez, isyan ile Ona meydan okunmaz.

d. Kur'ân'ın cüz'î olaylarda kapsamlı kanunları dile getiren özlülüğü:

Kur’ân hakikatleri o kadar özlü, o kadar kapsamlı ve derindir ki, bazen bir denizi bir ibrikte gösterir biçimde, çok geniş, çok uzun temel düsturları ve genel kanunları sıradan insanlara bile bir merhamet eseri olarak basit bir yöntemle ve özel bir olayla gösterir.

Bazen bir kelimenin içine açık olarak veya işaret şeklinde bir davanın delillerini gösterir.

Birinci misâl:

Âdem Aleyhisselama meleklerin secde edip, şeytanın secde etmemesi gibi özel bir olayla şu geniş hakikati ders verir:

Balıktan meleğe varıncaya kadar pek çok varlık insanoğlunun emrine verildiği ve ona itaat ettiği gibi, yılandan şeytana varıncaya kadar pek çok zararlı varlık da ona itaat etmeyip düşmanlık etmektedir.

İkinci misâl:

Hz. Mûsa’nın kıssasında geçtiği gibi, tanrılık iddiasında bulunan Firavun, veziri olan Hâman’a emir verir:

“Bana yüksek bir kule yap, gökleri gözetleyip bakacağım. Uzayın gidişatından, acaba Mûsa’nın dava ettiği gibi semada tasarruf eden bir ilâh var mıdır?” Kule anlamına gelen “sarhan” kelimesiyle Kur’ân, şu basit olayla dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Yaratıcıyı tanımadığından tabiata taparak tanrılık dava eden, despotluğunun izlerini göstermekle adını yaşatan, şöhrete düşkün oluşuyla dağlar gibi piramitleri inşa eden, sihre ve öldükten sonra ruhun beden değiştirmesi olarak bilinen reenkarnasyona inanıp cesetlerini mumyalattıktan sonra dağlar büyüklüğündeki mezarlarda muhafaza altına alan Firavunların geleneklerinde geçerli olan çok garip bir prensibe işaret eder.

Bir başka misâl:

Kur’ân, Hz. Mûsa’nın peşine düşen Firavun’un Kızıldeniz’de boğulmasından yüzyıllar sonra cesedinin sahile vurması sonucu, mumyasız olduğu halde dört bin senedir bozulmayıp kalması hususunda Firavun’a şöyle der:

“Bugün senin cesedini kurtaracağız.”

Bu âyetle Kur’ân, bütün Firavunların reenkarnasyona inandıkları için cesetlerini mumyalatarak geçmişi gelecek nesillerin gözleri önünde sergilemekle, ölüm dolu ibretli bir hayatta kalma anlayışlarını ifade eder.

Yirminci yüzyılın başında ise denizde boğulan Firavun’un cesedinin bulunmasıyla, zaman denizinin dalgala-rı üstünde şu asır sahiline atılacağını gaybî bir işaret şek-linde mûcize olarak dile getirir.

(Bilindiği gibi Firavun’un bu cesedi İngiltere’de Louvre Müzesinde sergilenmektedir.)

e. Kur'ân'ın gerek içerik, gerekse üslûp itibarıyla bütün üstünlükleri, hiçbir karışıklığa yol açmadan kendisinde toplayan kapsamlılığı:

Kur’ân’ın sûre ve âyetlerine ve özellikle sûre ve âyetlerinin başlarına dikkat edilse görünür ki, belâğat kaidele-rinin bütün çeşitlerini, güzel sözlerin bütün kısımlarını, üstün üslupların bütün sınıflarını, güzel ahlakın bütün özelliklerini, müspet ilimlerin bütün özlerini, İlâhi marifetin bütün içeriklerini, şahsi ve sosyal hayatın bütün faydalı prensiplerini, kâinatta var olan üstün hikmetlerin bütün nurlu kanunlarını bir araya getirmekle beraber hiçbir karışıklık eseri yoktur. O kadar farklılıkları bir arada topla-yıp bir münakaşa, bir karışıklık çıkarmamak, hâkim bir îcaz düzeninin işi olabilir.

Bu bütünlük içinde şu nizamla birlikte kara cahilliğin kaynağı olan hârika olayları sıradanlaştıran perdeleri keskin açıklamalarıyla yırtmak, sıradanlık perdesi altında gizli olan pek çok hârikalıkları çıkarıp göstermek ve din-sizliğin temeli olan tabiat tağutunu delillerin elmas kılıcıyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalın tabakalarını gök gürlemesi gibi seslerle dağıtmak ve felsefeyi âciz bırakan kâinatın kapalı tılsımını ve âlemin yaratılışının bil-mecesini açıp keşfetmek, ancak hakikati gören, gaybı bilen, hidâyet nuru saçan ve hakkı gösteren Kur’ân gibi bir mûcizenin işidir.

Kur’ân, Kâinat Sahibinin çok yüce, çok ciddi ve hakiki bir konuşması ve konuşturmasıdır. Bunun taklidi hiçbir şekilde mümkün değildir. Sadece O söyler ve söylettirir. Kur’ân’ı en ufak bir biçimde dahi taklit eden çıkmamış ve çıkamamıştır.

c. Kur'ân'ın gaybdan verdiği haberler; her zaman

gençliğini koruması ve herkese birden hitap etmesi:

1. Kur'ân'ın geçmişle alakalı verdiği haberler:

Kur’ân, hiçbir kimseden ders almamış olan, bütün der-sini ve ilmini doğrudan Rabbinden alan ümmi ve emîn bir Zatın diliyle Hazret-i Âdem’den tâ Asr-ı Saâdete kadar peygamberlerin hallerini ve başlarından geçen bütün o-layları öyle bir şekilde anlatır ki, Tevrat ve İncil gibi kitap-ların da tasdik ettikleri gibi çok kuvvetli ve çok ciddi olarak haber verir.

Kur’ân diğer semavi kitapların ittifak ettikleri noktaları kabul etmiş, ihtilaflı konuları ise düzelterek gerçek ve doğru taraflarını anlatmıştır. O, geçmiş olaylardan da görür gibi söz etmiştir. Çünkü Kur’ân uzun bir olayın can damarını ve ruhunu alır, maksadına başlangıç yapar.

Kur’ân’da anlatılan vak’a ve kıssaların özetleri ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün olaylara hâkimdir, görüyor ve öyle söylüyor.

2. Kur'ân'ın gelecekle ilgili verdiği haberler:

Bazı keşif ve keramet sahibi velilerin bu konuda bir hayli tespitleri vardır. Meselâ Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, “Elif lâm mîm. Rumlar mağlup düştüler” sûresinde gaybla ilgili çok haberler bulmuştur.

İmam-ı Rabbânî ise sûrelerin başlarındaki mukattaât harflerinde pek çok gaybî işlerin işaretlerini ve haberlerini görmüştür.

İlm-i bâtın âlimleri için Kur’ân baştan başa gaybî haberlerle doludur.
Ama herkese bakan ve herkesin anlayabileceği türden gaybî haberler Peygamber Efendimizle (a.s.m.) alakalı haberlerdir.

Bu haberlerden birkaç örnek:

“İnşaallah, hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harama gireceksiniz.”

Bu gaybî haberden sonra Mekke fethedilmiştir.

* * *

“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getir-mek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.”

Bu zamana kadar ve bundan sonra hiç kimse Kur’ân’ın benzerini yazamamış ve yazamayacaktır.

* * *

“Allah seni insanlardan korur.”

Ve, Cenâb-ı Hak Peygamberimizi (a.s.m.) düşünülen ve tertip edilen bütün su-i kastlardan korumuş, ona kimse bir zarar verememiştir.

3. Kur'ân'ın İlâhî hakikatler, yaratılış ve âhiret âlemiyle ilgili verdiği haberler:

Kur’ân İlâhî hakikatlerden o kadar güzel bahseder ki, hem aklı ve kalbi, hem de ruhu ve nefsi tatmin eder, kemale ulaştırır. Allah’ın varlık ve birliği ile alakalı, Cenâb-ı Hakkın kâinattaki tasarrufu ve icraatı ile alakalı âyet ve sûreler çok üstün hakikatleri, çok veciz ve ulvi açıklamalarla dile getirir. Bunun için sadece Şems, Leyl, Karia gibi üç sûre okunsa mesele anlaşılır.

* * *

Kur’ân’ın berzah âlemi, âhiret âlemi, Cennet ve Cehennemle ilgili âyetleri o kadar açık, o kadar doyurucu ve o kadar güzeldir ki, bir gayb bilgisi olan bu haberleri Kur’ân, olmuş ve şu anda mevcut gibi anlatır ki, zaten Cennet ve Cehennem vardır ve mevcuttur. Hiçbir insanî bilginin ulaşamayacağı bu âlemleri çok açık bir şekilde Kur’ân’ın haber vermesi, onun doğrudan Âlemlerin Rabbinin sözü olduğunu gösterir.

Cennet ve Cehennemle alakalı haberler için Tûr, Rahmân, Vâkia, Kamer ve İnsan sûreleri gibi sûreler okunsa bile yeterli bilgilere sahip olunabilir.

4. Kur'ân'ın her çağda süregelen gençliği; hakikatlerinin ve kanunlarının eskimeyişi:

Kur’ân, her asırda yeni iniyormuş gibi tazeliğini ve gençliğini muhafaza ediyor. Kur’ân, Cenâb-ı Hakkın ezelî bir hutbesi olarak bütün asırlardaki bütün insanlara birden hitap ettiği için devamlı bir gençliğinin olması gere-kir.
Anlayış ve düşünce itibariyle farklı ve değişik, yapı ve kabiliyet bakımından birbirine aykırı her asra göre, sanki o asra mahsusmuş gibi bakar, baktırır ve ders verir.

İnsanların eserleri ve kanunları insan gibi yaşlanıyor, değişiyor, başkalaşıyor, fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları o kadar sabit ve geçerlidir ki, asırlar geçtikçe gü-cünü daha fazla gösteriyor.

5. Kur'ân medeniyetiyle beşer medeniyeti arasında bir karşılaştırma:

Kur’ân medeniyetiyle Batı medeniyeti arasındaki fark, Kur’ân’ın ne kadar genç ve dinç olduğunu, değişmezliğini ve kalıcılığını ispat ediyor.

Beşerin sosyal hayatına felsefi çözümler getiren şimdiki Batı medeniyetinin hayata bakışı ve hayata getirdiği e-saslar şöyledir:

● Felsefenin dayanak noktası kuvvettir, hedefi ise men-faattir.

● Hayattaki prensibi cidal ve kavgadır.

● Toplumlar arasındaki bağı ırkçılıktır.

● Gayesi, nefsin istek ve arzularını tatmin etmek, in-sanların ihtiyaçlarını
çoğaltmak, oyun ve eğlenceye dü-şürmektir.

● Halbuki güç, saldırganlığı doğurur.

● Menfaat, imkanlar her arzuya yetmediği için boğuş-mayı netice verir.

● Cidal ve kavga, çarpışmaya götürür.

● Irkçılık, başkasını yutarak beslenmeye yöneldiği için saldırganlık yapar.
İşte bu medeniyet, bütün iyi yönleriyle birlikte, insan-lığın sadece yüzde yirmisine geçici bir saâdet getirmiş, yüzde seksenini sıkıntıya ve sefahate atmıştır.

Kur’ân medeniyetinin hayata getirdikleri ise şöyledir:

● Kur’ân’ın dayanak noktası kuvvet yerine haktır.

● Gayesi menfaat yerine fazilet ve Allah rızasıdır.

● Hayattaki prensibi cidal ve kavga yerine yardımlaşmadır.

● Toplumları birbirine bağlayan bağı ırkçılık yerine din, sınıf ve vatan
birliği ve millî bağlardır.

● Gayeleri, nefsin aşırı, aykırı ve saldırgan heveslerine engel olup ruhu yüceliklere teşvik etmek, insanın yüce duygularını tatmin ederek insanî kemale ulaştırıp insan etmektir.

● Hak, birlik ve beraberliği doğurur.

● Fazilet, dayanışmayı ortaya çıkarır.

● Yardımlaşma, insanları birbirinin imdadına koşturur.

● Din, insanları birbiriyle kardeş yapar.

● Nefsin azgınlığını gemlemekle ruhu yüceltmek, iki dünya saâdetini sonuç verir.

6. Kur'ân'ın, her çağdaki insan tabakalarından herbirine aynı dersi, ayrı ayrı vermesindeki olağanüstülük:

Kur’ân-ı Kerîm, her asırda yaşayan insanların seviyelerine göre ayrı ayrı hitap ediyor. Her seviyeden, her kültürden insanların hangi konuda ihtiyaçları varsa, ona göre ihtiyaçlarını karşılıyor.

En ince mesele olan iman hakikatlerinden, en geniş ve en nurlu bir ilim olan marifetullaha, en önemli ve çok çeşitli İslâmî hükümlere varıncaya kadar her konuda insanlara ders veriyor. Oysa verilen ders birdir, ama herkes de-recesine, ilmî seviyesine göre hissesini alabiliyor.

Meselâ İhlâs Sûresinde geçen “Allah doğurmamış ve doğurulmamıştır ve hiçbir şey de Onun dengi değildir” meâlindeki “Lem yelid velem yûled ve lem yeküllehû küfüven ehad” âyetinden halk tabakasından birisi şu mânâyı anlar:

Cenâb-ı Hak çocuktan, babadan, akrandan ve hanım-dan münezzehtir, Allah böyle şeylerden uzak ve yücedir.

Orta seviyeli bir kesim şu mânâyı anlar:

Yahudi, Hıristiyan ve bazı batıl inanç mensuplarının iddia ettiği gibi, Îsa Aleyhisselâm ve melekler veya doğ-maya ve doğurulmaya müsait olan şeyler ilâh olamazlar.

Daha ileri seviyede bir kesim bu âyetten şu mânâyı anlar:
Cenâb-ı Hak varlıklara karşı doğmayı ve doğurulmayı akla getirecek bütün bağlardan münezzeh ve uzaktır. Ortak ve yardımcılara ihtiyacı yoktur.
Daha yüksek bir seviyede olanlar şu mânâyı anlarlar:

Cenâb-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir şekilde ne zatında, ne sıfatında, ne de fiillerinde benzeri, dengi, örneği ve misli yoktur.

264-Yâsin Sûresi, 80
265-Ğâfir Sûresi, 36
266-Yunus Sûresi, 92
267-Rûm Sûresi, 1-2
268-Fetih Sûresi, 27
269-İsra Sûresi, 68
270-Mâide Sûresi, 67


Mehmet Paksu
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
vuslatım özlemimdir
Yönetici
Yönetici
vuslatım özlemimdir


Mesaj Sayısı : 916
Kayıt tarihi : 02/04/09
Yaş : 47
Nerden : SİVAS

Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük" Empty
MesajKonu: Kur’ân’ın Mûcizelik Yönleri 4: "Kur'ân'ın Bütünlüğü"   Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük" Icon_minitimeC.tesi Ağus. 15, 2009 7:57 pm

Kur’ân’ın Mûcizelik Yönleri 4: "Kur'ân'ın Bütünlüğü"


Kur’ân’ın sûre ve âyetleri yirmi üç senede değişik zamanlarda, farklı mekân ve yerlerde nâzil olduğu halde, öyle tatlı bir tenasübü ve uygunluğu vardır ki, sanki bir defada nâzil olmuş gibidir.

Kur’ân, çok sayıdaki soruların cevabı olarak geldiği halde, öyle bir birlik gösteriyor ki, sanki bir tek soruya cevap vermek için nâzil olmuştur.

Kur’ân o kadar hadise ve olayın hükümlerini açıkladığı halde öyle üstün bir düzene ve nizama sahiptir ki, güya sadece bir hadiseyi açıklıyor gibidir.

Kur’ân çok farklı ve değişik zamanlarda, sayısız insanların anlayışlarına uygun üslubuyla onların anlayacağı seviyeye inerek meseleleri anlatır. Aynı zamanda öyle güzel ve tatlı bir ifade tarzı vardır ki, güya tek bir hal üzere, tek bir anlayışa hitap ediyor gibidir ve su gibi bir akıcılığı vardır.

Kur’ân çok değişik, çok farklı ve çok çeşitli seviye ve muhataplara yönelik olarak inmiş ve öyle kolay bir söylemi, açık bir anlatımı vardır ki, güya muhatapları tek ve birdir. Hatta herkes sanır ki, Kur’ân sadece kendisine hitap ediyor.

Kur’ân’ın, birbirinden o kadar farklı ve o kadar değişik ve birbirinden zengin irşat tarzı, yol gösterme şekli vardır ki, bu onun istikametinin üstünlüğünü gösterir.

Kur’ân’ın öyle güzel bir nizamı ve sistemi vardır ki, güya maksat ve hedef birdir.

Bundan dolayıdır ki, kalb-i selim, akl-ı selim, zevk-i selim ve sağlam bir vicdan sahibi herkes Kur’ân’ın ifade ve beyanlarından, açıklama ve anlatımından tatlı bir âhenk, açık bir fasihlik, güzel bir akıcılık, duru ve engin bir üslup görür.


Mehmet Paksu
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
vuslatım özlemimdir
Yönetici
Yönetici
vuslatım özlemimdir


Mesaj Sayısı : 916
Kayıt tarihi : 02/04/09
Yaş : 47
Nerden : SİVAS

Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük" Empty
MesajKonu: Kur’ân’ın Mûcizelik Yönleri 5: "Kur'ân'ın, Ayetleri Özetlerken ve İlâhî İsimlere Dikkat Çekerken Ortaya Koyduğu Olağanüstülüğü"   Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük" Icon_minitimeC.tesi Ağus. 15, 2009 8:00 pm

Kur’ân’ın Mûcizelik Yönleri 5: "Kur'ân'ın, Ayetleri Özetlerken ve İlâhî İsimlere Dikkat Çekerken Ortaya Koyduğu Olağanüstülüğü"


1. Kur'ân'ın dünya üzerindeki eser ve fiillerde İlâhî hakikatleri gösterişi:

Kur’ân âyetleri genellikle ya esmâ-i hüsnâ veya bu İlâhî isimlerin mânâlarıyla sona ermektedir. Bazen de aklı tefekkür ve düşünceye götürerek meseleleri akla havale etmektedir.

Kur’ân, mûcizevi ifadeleriyle Allah’ın fiil ve eserlerini gözler önüne serer, yayar. Sonra o fiil ve eserlerinde İlâhî isimleri çıkarır. Yahut tevhid ve haşir gibi asıl gayesini ispat eder.

Birinciye meseleye bir örnek:

“Odur ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarat-tı. Sonra da iradesini semaya yöneltti ve gökleri yedi kat tabaka olarak tanzim etti. O her şeyi hakkıyla bilendir.”

Bu âyette Allah’ın fiil ve eserleri gözler önüne seriliyor. Ve netice olarak herşeyi Alîm ismine bağlıyor.

İkinci misâl:

“Yeryüzünü bir döşek, dağları birer kazık yapmadık mı? Sizi de çift çift yarattık. Şüphesiz hüküm günü belirlenmiş bir vakittir.”

Bu âyetler, Cenâb-ı Hakkın büyük ve azametli fiillerini, muhteşem eserlerini anlattıktan sonra, netice olarak hüküm gününü zikrediyor.

2. Kur’ân’ın İlâhî san’at eserlerini tasvir ederek bunları İlâhî isimlerle özetlemesi:

Kur’ân insanın gözünde İlâhi sanatın dokularını açar, gösterir. Âyetin sonunda ise o dokuları akla havale eder ve içinden esma-i hüsnayı çıkarır.

Meselâ: “Kimdir gökten ve yerden sizi rızıklandıran? Kimdir kulak ve gözler yaratıp size veren? Kimdir ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran? Kimdir kâinatı yerli yerinde tedbir ve idare eden. Onlar diyecekler ki, ‘Allah’tır’. Öy-leyse ‘Hâlâ Ona ortak koşmaktan korkmaz mısınız?’ de. İşte Hak olan Rabbiniz budur.”

Âyetin başında der ki:

Semayı ve yeryüzünü rızkınız için iki depo ve ambar gibi hazırlayıp oradan yağmuru, buradan bitkileri çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve yeryüzünü söz dinleyen hazine gibi iki depo hükmüne kim getirebilir? Öy-leyse şükür sadece Ona yapılır.

İkinci cümlede der ki:

Sizin en kıymetli organlarınızdan gözünüzün ve kulak-larınızın sahibi kimdir? Hangi tezgâhtan ve hangi dük-kândan aldınız? Bu iki değerli organı size verecek olan ancak Rabbinizdir. Sizi yaratıp terbiye eden Odur, bunları size O vermiştir. Öyleyse yalnız Rab Odur, Mabud da Odur.

Üçüncü cümlede der ki:

Yeryüzünü canlandırıp yüzbinlerce ölmüş olan bitki ve hayvanları yaratan kimdir? Cenab-ı Haktan başka ve bü-tün kâinatın yaratıcısından başka şu işi kim yapabilir? Elbette O yapar, O diriltir. Madem O Haktır, öyleyse kimsenin hakkını zayi etmeyecektir. Sizi büyük bir mahke-meye gönderecektir. Yeryüzünü dirilttiği gibi sizi de diril-tecektir.
Dördüncü cümlede der ki:
Bu koca kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi mükemmel bir düzen içinde idare eden Allah’tan başka kim olabilir? Madem Allah’tan başka olamaz, öyleyse Onun benzeri, ortağı ve yardımcısı da yoktur. Koca kâinatı idare eden, elbette küçük varlıkları başka ellere bırakmaz. Demek ki, ister istemez Allah diyeceksiniz.
Birinci ve dördüncü cümlede “Allah” der, ikinci cüm-lede “Rab” der, üçüncü cümlede de “Hak” der. Böylece Kur’ân kâinattaki dokunun kaynağını verir.

3. Kur’ân’ın İlâhî fiilleri ayrıntıda göstermesi ve özetlemesi:
Kur’ân bazen Cenâb-ı Hakkın fiillerini bütün ayrıntıla-rıyla anlatır, sonra da bir sonuç cümlesiyle özetler. Ayrın-tıya girmekle kanaat verir, özetleyerek de konuyu bağlar.

Meselâ:

“De ki: Ey mülkün sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın.”

Bu âyet, Cenâb-ı Hakkın insanoğlunun sosyal hayatındaki tasarrufunu ve icraatını gösteriyor.

İnsanı yükseltmek, alçaltmak, zengin etmek, fakirleştirmek doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakkın dilemesine ve iradesine bağlıdır. Kâinatta her şey takdir-ı İlâhî iledir, tesadüf karışamaz.

Kur’ân şu hükmü verdikten sonra, insan hayatında en önemli mesele olan rızkı öne çıkarır. Şu âyet insanın rızkının doğrudan doğruya Rezzâk-ı Hakikinin rahmet ha-zinesinden gönderildiğini ispat eder.

Şöyle ki: Kur’ân der ki: Rızkınız yeryüzünün hayatına bağlıdır. Yeryüzünün canlanması ise bahara bakar. Bahar ise, Ayı ve Güneşi emrinde çalıştıran, gece ve gündüzü çeviren Zatın elindedir. Öyleyse bir elmayı bir adama ha-kiki rızık olarak ancak bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran Zat verebilir. Ve hakiki Rezzâk da Odur.

Sonra da, “Dilediğini de hesapsız olarak rızıklandırır” der. Bu cümlede o ayrıntılı fiilleri özetler ve ispat eder. Yani, size hesapsız rızık veren Odur ki, bu fiilleri O yapar.

4. Kur’ân’ın varlıklardaki düzeni, ardında İlâhî isimleri gösterecek bir şeffaflıkla ortaya koyması:

Öyle zamanlar olur ki Kur’ân, İlâhî varlıkları bir düzen içinde anlatır. Sonra o varlıkların içinde bir düzenin ve bir ölçünün olduğunu gösterir. Öyle bir şeffaflık ve parlaklık verir ki, o düzen içinden İlâhî isimlerin cilvesini ayna gibi gösterir. Güya o varlıklar birer lafız ve kelime, esmâ-i hüsnâ ise onların mânâsı, yahut o meyvelerin çekirdekleri, özleri ve özetleridir.
Bu konuda bir misâl:

“And olsun ki, Biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu sağlam ve korunmuş olan anne rahmine bir damla su olarak yerleştirdik. Sonra o su damlasını pıhtılaşmış bir kan olarak yarattık. O pıhtılaşmış kanı bir parça et olarak yarattık. O et parçasını da kemikler olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu bambaşka bir yaratılışla inşa ettik. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şânı ne yücedir.”

Kur’ân, insanın bu yaratılış seyrini aynadaki bir görüntü gibi o kadar net, açık ve berrak olarak anlatır ki, bu âyetleri okuyan herkes ister istemez, “Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şânı ne yücedir” anla-mına gelen “Fetebârekâllâhü ahsenü’l-Hâlıkîn” cümlesini söyleyerek hayretini gizleyemez.

Hattâ öyle ki, bu âyet nâzil olduğu zaman, Peygamberimiz (a.s.m.) âyeti okuyor, vahiy kâtibi de yazıyordu. Peygamberimiz (a.s.m.) daha bu cümleyi okumadan, o Sahabi bu cümleyi söyleyivermiş ve arkasından da “Aca-ba bana da mı vahiy geliyor?” gibi bir zanna kapılmış.

O zata bir vahiy gelmiş değildir, fakat önceki cümleler öyle mükemmel dizilmiş, öyle şeffaf ve insicamlıdır ki, o cümle, gelmeden önce kendini söylettirmiştir.

5. Kur’ân’ın cüz’î veya sıradan olaylardaki İlâhî hakikatleri göstermesi ve tefekküre ufuk açması:

Kur’ân, bazı cüz’î olayları ve sıradan meseleleri anlatır, onlardaki İlâhî hakikatleri gösterir, ardından da onları bir esma-i hüsnâya bağlar.

Meselâ;

“Âdem’e bütün isimleri öğrettikten sonra eşyayı meleklerine gösterdi. ‘Eğer iddianızda doğru iseniz bunların isimlerini bana söyleyin’ buyurdu. Melekler, ‘Seni her türlü noksandan tenzih ederiz’ dediler. ‘Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki, Alîm ve Hakîm olan Sensin.”

Şu âyet önce, yeryüzüne halife olarak görevlendirilen Hazret-i Âdem’in meleklere üstünlüğünün “ilim” olduğunu bildirerek cüz’i bir meseleden söz eder. Daha sonra da o olayda meleklerin ilim noktasında mağlup oluşlarını belirtir. Sonunda da meseleyi iki kapsamlı isimle noktalar.

Melekler şöyle konuşur:

“Alîm ve Hakîm olan Sen olduğun için Âdem’i talim ettin, bize galip oldu. Hakîm olduğun için de bize istidadımıza göre veriyorsun, ona da onun istidadına göre üstünlük veriyorsun.”

* * *

Kur’ân’ın zihni tefekküre ve ibrete sevk etmesine bir örnek:

“Ehlî hayvanlarda da sizin için birer ibret vardır. Onların karınlarından kan ile fışkı arasından çıkan ve içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir sütle sizi besleriz.

“…Onda insanlar için şifa bulunur.

“Düşünen bir topluluk için bunda bir delil vardır.”

Şu âyetler Cenâb-ı Hakkın, koyun, keçi, inek, deve gibi hayvanları insanlara halis, saf, lezzetli bir süt çeşmesi; üzüm ve hurma gibi meyveleri de insanlara latif, lezzetli ve tatlı bir nimet tablası ve kazanı; arı gibi küçük birer kudret mûcizelerini de şifalı, tatlı ve güzel bir şerbetçi yaptığını gösterdikten sonra tefekküre ve ibrete başka şeyleri de kıyas etmeye teşvik için, “Düşünen bir topluluk için bunda bir delil vardır” der ve konuyu sonuçlandırır.

6. Kur’ân’ın varlık âleminde, çok geniş bir alanda cereyan eden olayları birlik içinde yahut kapsamlı bir kanun altında göstermesi:
Bu mesele için bir örnek:

“O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten de bir su indirdi ki, onunla sizin için rızık olarak meyvelerden bitirdi. Onun emriyle denizde seyretsinler diye gemileri ve istifade edesiniz diye nehirleri sizin hizmetinize verdi.

“Birbiri ardınca dönüp duran Güneşi ve Ayı da sizin hizmetinize verdi.

“Geceyi ve gündüzü de sizin hizmetinize verdi.

“O, hal dilinizle ve lisanınızla istediğiniz her şeyden size verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız say-makla bitiremezsiniz.”

Bu âyetlerin anlattığına göre, Cenâb-ı Hak, koca kâina-tı insana bir saray gibi yapmış, gökten yere yağmur gön-dermiş, insanlara rızık yetiştirmek için yeri ve göğü iki hizmetçi haline getirmiş, yeryüzünde bulunan her çeşit meyveyi insanın istifadesine sunmuş, ürettiklerini nak-letmek ve taşımak için de gemiyi onun emrine vermiştir.

Yani denize, rüzgara ve ağaca öyle bir vaziyet vermiştir ki; rüzgar bir kamçı, gemi bir at, deniz de ayağı altında bir çöl gibi serilmiştir.

İnsanları gemi vasıtasıyla dünyanın dört bir tarafına ulaştırdığı gibi, ırmakları ve büyük nehirleri de bir su yolu yapmıştır.

Diğer taraftan Ayı ve Güneşi de uzay boşluğunda döndürüyor, mevsimleri değiştiriyor ve sonunda çeşitli nimetleri insanlara ihsan ediyor.

Gece ve gündüzü de insanın emrine vermiştir. Geceyi bir istirahat zamanı, gündüzü de bir geçim vasıtası yapmıştır.

Kur’ân bütün bu nimetleri saydıktan sonra, insana verilen nimetlerin çok geniş bir çerçevede olduğunu göste-riyor.

En sonunda da, “Yaratılıştan gelen ihtiyaç diliyle insan ne istemişse, hepsi verilmiş. Öyle ki, verilen nimetler saymakla bitmez” der.

7. Kur’ân’ın sebeplerin arkasında İlâhî tasarrufları ve İlâhî isimlerin tecellîlerini göstermesi:

Kur’ân, yaratılışta sebeplerin görünürdeki etkisini ve işlerliğini kaldırıyor, sonucu, neticeyi ve meyveyi gösteriyor.

Böylece yaratmanın, doğrudan doğruya herşeyi bilen ve her şeye hükmeden Birisinin işi olduğunu gözler önüne seriyor.

İlk anda sebepler her ne kadar sonuca bitişik gibi görünse de, gerçek anlamda sebep ve sonuç arasındaki mesafe çok uzaktır. Sebeple sonucun yaratılması arasında öyle bir uzaklık vardır ki, en büyük bir sebebin eli, en küçük bir sonucun dahi yaratılmasına yetişemiyor.

İşte sebeple sonuç arasındaki bu mesafede İlâhî isimler yıldız gibi doğuyor.
Nasıl ki, ilk bakışta dağların ufkunda semanın etekleri yakın ve bitişikmiş gibi görünür. Oysa ufukla semanın etekleri arasında ne kadar büyük mesafeler varsa, sebeple sonuç arasında da öyle çok geniş ve büyük manevi mesafeler vardır. Bu da ancak imanın dürbünü ve Kur’ân’ın nuruyla görünür.

“İnsan yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik ki, size ve hayvanlarını-za rızık olsun diye...”

Âyet, her biri bir kudret mûcizesi olan nimetleri belli bir tertibe göre sıralar ve sebepleri sonuçlara bağlar, sonunda da “Size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye...” cümlesiyle bir gayeyi gösterir. Bu gayeyi gören ve takip eden gizli bir elin bulunduğunu ve sebeplerin Onun perdesi olduğunu ispat eder.


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
vuslatım özlemimdir
Yönetici
Yönetici
vuslatım özlemimdir


Mesaj Sayısı : 916
Kayıt tarihi : 02/04/09
Yaş : 47
Nerden : SİVAS

Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük" Empty
MesajKonu: Geri: Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük"   Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük" Icon_minitimeC.tesi Ağus. 15, 2009 8:01 pm

Bu ifadeyle Kur’ân, bütün sebepleri yaratılış kabiliyetinden çeker, alır ve mânen der ki:

Size ve hayvanlarınıza rızık yetiştirmek için semadan su geliyor. O suda size ve hayvanlarınıza acıyıp şefkat edecek bir yetenek ve rızık yetiştirmek gibi bir kabiliyet olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor denmektedir.

Toprak ise bitkileri açıyor ve rızkınız oradan geliyor. Duygusuz ve şuûrsuz olan toprak unsuru sizin rızkınızı düşünecek, şefkat edebilecek bir özellikten mahrum olduğu içindir ki, toprak kendi kendine açılmıyor. O kapıyı Birisi açıyor, nimetleri sizin elinize Birisi veriyor.

Otlar ve ağaçlar ise, sizin rızkınızı düşünüp merhamet ederek, size meyve ve hububatı yetiştirmekten çok uzaktırlar.

Böylece âyet gösteriyor ki, onlar sonsuz rahmet ve hikmet sahibi bir Rahîm ve Hakîmin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetleri onlara takmış, canlılara uzatıyor.

Bütün bu açıklamalardan Rahîm, Rezzâk, Mün’im Kerîm gibi çok isimlerin aslı, kaynağı ve doğuş yerleri görünüyor.

8. Kur’ân’ın âhirete ait İlâhî fiilleri anlatırken, dünyada gözlenen fiillerle kalb ve zihinleri ikna etmesi:

Kur’ân, Cenâb-ı Hakkın âhiretteki hârika fiillerini kal-be kabul ettirmek, zihni tasdik etmeye hazırlamak için dünyadaki acâip fiillerini anlatır. Yahut istikbalde ve âhirette gerçekleşecek olan muazzam İlâhî fiilleri öyle bir şekilde anlatır ki, dünyada benzerlerini gördüğümüz için onlara kanaatimiz gelir.

Meselâ bir âyette:

“Görmedi mi o insan? Biz onu bir damla sudan yarat-tık da, sonra o Bize apaçık bir düşman kesiliverdi.”

Kur’ân önce insanın ilk yaratılışını gözlere gösterir. Der ki:
• Bir damla suyun bir insan haline geliş safhalarını görüyorsunuz. Nasıl oluyor da, son dirilişi inkâr ediyorsu-nuz? O, onun benzeridir, belki daha kolayıdır.

• Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz da odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip aklınıza sığıştıramıyorsunuz.

• Gökleri ve yeri yaratan Zat, göklerin ve yerin meyvesi olan insanın ölmesinden ve tekrar dirilmesinden aciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine önem vermeyip başkasına mal eder mi?

• Haşirde sizi diriltecek olan Zatın, bütün kâinat emrindedir. Her şey onun “Ol!” emrine boyun eğer. Bir ba-harı yaratmak, bir çiçek kadar ona hafif gelir. Bütün hayvanları yaratmak, bir sinek kadar onun kudretine kolaydır. Böyle bir Zat için, “Çürümüş kemikleri kim diriltir?” denebilir mi?

* * *

Kur’ân’ın dünyada benzerlerini gördüğümüz İlâhî fiilleri anlatmasına bir örnek:
Âhirette amel defterlerinin açılmasını gösterirken, “izeşşemsu kuvvirat (defterler açıldığında)” âyetiyle, haşirde herkesin amel defteri bir sayfa içinde yazılı olarak neşredilecektir. İlk anda akıl buna yol bulamaz. Fakat sûrede başka noktalara işaret edildiği gibi sayfaların açılması me-selesine de işaret vardır:

Meyveli her ağacın ve çiçekli her bitkinin amelleri, fiilleri, görevleri, üzerlerinde tecelli eden İlahi isim hangisiy-se ona göre bir tesbih ediş tarzı vardır.

Bu bitkinin bütün özellikleri çekirdeğinde ve tohumunda yazılıdır ve bahar gelince ortaya çıkar. Dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle amel defterini neşreder. Her baharda gözümüzün önünde gerçekleşen bu olay gibi, haşirde de bizim amel defterlerimiz neşredilecektir.

9. Kur’ân’ın cüz’î olaylarda, İlâhî isimler vasıtasıyla,
kapsamlı hakikatleri göstermesi:

Meselâ bir âyette şöyle buyurulur: “Kocası hakkında sana şikâyet eden ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitti. Muhakkak ki Allah herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür.”

Kur'ân der:

Cenâb-ı Hak mutlak işitendir, herşeyi işitir. Hattâ, en cüz’i bir macera olan ve kocasından şikâyet eden bir ha-nımın sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir.

İşte, bu cüz'i maksadı genelleştirmek için, varlıkların en cüz'î bir hadisesini işiten, gören bir Zat, elbette herşeyi işitir, herşeyi görür bir Zat olması gerekir. Ve kâinata Rab olan, kâinat içinde mazlum ve küçük varlıkların da dert-lerini görmesi, feryatlarını işitmesi gerekir. Dertlerini görmeyen, feryatlarını işitmeyen, Rab olamaz.

10. Kur’ân’ın ümit ve korku arasındaki dengeyi korumasındaki olağanüstülüğü:

Kur’ân, bazen insanın isyan dolu amellerini anlatır, onu azapla tehdit eder; sonra da ümitsizliğe atmamak için İlâhî rahmete işaret eden bir kısım esmâ ile âyeti sonlandırır, tesellî verir.

Meselâ, şu âyet der ki:

“De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde ortağı olsaydı, elbette Rububiyet arşına el uzatıp, müdahale eseri görünecekti, bir derece düzensizlik olacaktı. Halbuki, yedi tabaka göklerden, tâ en küçük canlılara varıncaya kadar herbir varlık, küçük olsun, büyük olsun üzerlerinde tecelli eden bütün isimlerin diliyle, o isimlerin sahiplerini tesbih edip ortak ve benzerlerinden tenzih ediyorlar.”

Evet, nasıl ki semâ; güneş ve yıldız denilen nurlu kelimeleriyle, hikmet ve intizamıyla Onu takdis ediyor, birliğine şahitlik ediyor. Hava da bulutların sesiyle, şimşek, gökgürültüsü ve yağmur damlası kelimeleriyle Onu tesbih, takdis ve birliğine şahitlik eder.

Bunun gibi, yeryüzü de hayvan ve bitki gibi canlı kelimeleriyle Cenâb-ı Hakkı tesbih eder.

Bunun yanında herbir ağaç, yaprak, çiçek ve meyve kelimeleriyle yine Onu tesbih edip birliğine şahitlik ederler.

Diğer taraftan en küçük varlık, en cüz'î bir yaratık, küçüklüğüyle beraber, taşıdığı nakışlarla Yaratıcısının birliğini gösterir

İşte, kâinat her şeyiyle Cenâb-ı Hakkı tesbih etmekle birlikte, kendilerine verilen görevleri eksiksiz yerine getiriyor.

Fakat kâinatın özü, neticesi, nazlı bir halifesi ve bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine küfür ve şirkin içine düşerek çok büyük bir cezayı hak ettiği halde, onu bütün bütün ümitsizliğe düşürmemek için ve Cenâb-ı Hakkın cezayı geciktirmesinin hikmetini bildirmek için âyetin sonunda, “O Halîmdir ve Ğafurdur; yani ceza vermekte acele etmez, günahları çokça bağışlar” diyerek, cezanın gecikme sebebini açıklar, ümit kapısını açık bıra-kır.


11. Kelâmın sahibi, muhatabı, amacı ve içeriği yönünde Kur’ân’ın üstünlüğü:
Kur'ân, başka kelâmlarla kıyaslanamaz. Çünkü, kelâmın yücelik, güçlülük ve güzellik yönünden tabakalarının konuşan, muhatap, maksat ve makam gibi dört kaynağı vardır.

Edebiyatçıların yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Bunun için bir sözü kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş, onlara bakmalı; sadece sözün kendisine bakmak yetmez.

Madem ki bir söz, gücünü ve güzelliğini bu dört kaynaktan alır. Kur'ân'ın kaynağına dikkat edilse, Kur'ân'ın belâğat derecesi, ulviliği ve güzelliği güzelce anlaşılır.

Evet, madem söz, konuşana bakar. Eğer o söz emir ve yasaklama ise, konuşanın derecesine göre irade ve kudreti de görülür. O zaman söz güçlü olur, elektrik gibi tesir eder.

Meselâ “Yâ arz! Vazifen bitti; suyunu yut. Yâ semâ! Hâcet kalmadı; yağmuru kes.”

“Ey yer, ey semâ! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Yokluktan çıkıp, varlığa, sanat sergime geliniz’ dedi.

“Onlar da: ‘Biz tam itaat ederek geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi Senin kuvvetinle göreceğiz.”

İşte, bir kere, kuvvet ve iradeyi gösteren hakiki ve gerçekçi olarak şu emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak.

Sonra da insanların, “Ey yer sakin ol, ey gök yarıl, ey kıyamet kop!” saçmalıklarına ve hezeyanlarına bak. Bu anlamsız sözler o İlâhî iki emirle kıyas kabul eder mi?

(Sözler, Bediüzzaman Said Nursî, Yirmi Beşinci Söz özetlenerek verilmiştir.)

271-Bakara Sûresi, 29
272-Nebe Sûresi, 6,7,8,17
273-Yunus Sûresi, 31-32
274-Âl-i İmrân Sûresi, 26
275-Mü’minûn Sûresi, 12-14
276-Bakara Sûresi, 31-32
277-Nahl Sûresi, 66-69
278-İbrahim Sûresi, 32-34
279-Abese Sûresi, 24-32
280-Yasin Sûresi, 77
281-Mücadele Sûresi, 1
282-İsrâ Sûresi, 42-44
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Kur'ân'ın Mûcizevi Yönleri 1: "İfadesindeki Üstünlük"
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Selam olsun "kuru et yiyen kadının oğlu"na!
» ibn Kesir/"Bidaye"-26/ Islam'ı tebliğ ile emrolunması
» Kur'an Okumanın Mânevî Yönleri
» Kadir Gecesi Duası.."Bu gece Senin kadrini bilip kadirşinaslık içinde huzuruna gelenlerin gecesi Yâ Rabbi!"
» "AHDE VEFA"

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
İlim Dünyamıza Hoşgeldiniz.. ßiร๓illคђiггคђ๓คภiггคђi๓ ..νυѕℓαтıм özℓємiм∂iя.. :: ♥✿•*¨`*•✿♥ ♥✿•*¨`*•✿♥. ♥..:::KUR'AN-I KERİM:::... ♥ .♥✿•*¨`*•✿♥ ♥✿•*¨`*•✿♥ :: кยг คภ-ı кєгi๓ ๓ยςizєlєгi.-
Buraya geçin: