“Yorgun, bitkin, yaralı, mutsuz ve perişan bir gönülle, “Hidayet bahçesi”ne adım attığım andan itibaren bu sonsuzluk bahçesinin gül kokularıyla dolan gönlüm, bir anda şifa bulmuş, eski yorgunluk ve perişaniyetimin, yaralı ve umutsuzluğumun yerini “iman”ın verdiği huzur, zindelik, ümit, neş’e ve dopdolu bir şevk ve azim almıştı.
Aşıktım, hem de ölesiye...
Öyle bir davanın göz kamaştıran nurlu ufuklarına açmıştım ki gözlerimi, bu ebedi mana güzelliğine meftun olmamak mümkün değildi.
Sevdalıydım, sevdalı...
Uğruna can verilecek gerçek sevgiliyi ve O sevgilinin ebedi saadetle noktalanan nurlu yolunu bulmuştum. Arşimend’in “Evraka, evraka! (buldum, buldum)” diyen sevinçli feryadına eş haykırmak istiyordum. Yalnız eşim dostum, çevrem değil, bütün cihan duysun istiyordum; tek ve şaşmaz gerçeği, eskimez ve pörsümez yeniyi, çağlar üstü hayat nizamını, huzur ve saadet iksirini, ebedi saadete açılan kapının anahtarını, bütün manevi hastalık ve illetlerin devasını “mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesinin ittiba-ı Kur’an” olduğunu nasıl bulduğumu, nasıl anladığımı; sonra neler neler hissettiğimi.
Duygularım ne kadar da coşkulu ki,birtürlü kalbime sığamıyordu.
Bu nasıl davaydı böyle? Bu nasıl sevdaydı?
Bir Çığır Öyküsü Adlı kitabından...Şule Yüksel Şenler...