İlim Dünyamıza Hoşgeldiniz.. ßiร๓illคђiггคђ๓คภiггคђi๓ ..νυѕℓαтıм özℓємiм∂iя..
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

İlim Dünyamıza Hoşgeldiniz.. ßiร๓illคђiггคђ๓คภiггคђi๓ ..νυѕℓαтıм özℓємiм∂iя..

KaRdEsLiGiN DaIm oLdUgU, sEvGiLeRiN BiRlEsTiĞi, DoStLuKlArIn bItMeDiGi AiLe fOrUmUmUzDa iYi vAkIt gEçIrMeNiZ UmUdUyLa eFeNdIm eDePlE GeLeN HüRmEtLe gIdEr.
 
AnasayfaKapıLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Hz. Ebû Zerr El-Gıfârî- 2 2

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
HaK_YoLcUsU
Yeni Üye
Yeni Üye
HaK_YoLcUsU


Mesaj Sayısı : 136
Kayıt tarihi : 02/05/09

Hz. Ebû Zerr El-Gıfârî- 2      2 Empty
MesajKonu: Hz. Ebû Zerr El-Gıfârî- 2 2   Hz. Ebû Zerr El-Gıfârî- 2      2 Icon_minitimePaz Mayıs 10, 2009 12:37 pm

"Gerek Peygamberimiz (sav) zamanında, gerekse Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in hilâfetleri devirlerinde Beytü'l-Mâl'in darlığı cihetiyle emvâl-i batıne denilen nakitler ve ticarî eşyanın zekâtlarını zekât sahiplerinin, emvâl-i zahire denilen hayvanlar, ekinler zekâtları gibi getirip Beytü'l-Mal'e teslim etmeleri mecburî idi. (Merhum Prof. Kâmil Miras'ın verdiği bu bilgi tahkike değer mahiyettedir. Çünkü, bahsettiği dönemlerde zekât daha çok âmil denilen zekât memurları tarafından toplanırdı. Fakat, Kâmil Miras'ın devam eden açıklamaları konumuz açısından mühimdir.) Dünyanın en zengin iki devletinin (Bizans ve İran) hazineleri ele geçirilince devlet hazinesi dolup taşmış ve Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında nakit ve uruz zekâtlarının (uruz altın ve gümüş dışında kalan mallar) Beytü'l-Mal'e teslimi yahut zekât sahipleri tarafından doğrudan fakirlere verilmesi, onların seçimine bırakılmıştı. Gazilerin hisselerine düşen mücevherlerle de, Medine zengin bir mücevherler sergisine dönmüştü."

Emvâl-i batine denilen altın, gümüş ve nakit yoluyla meydana gelen kısmî zenginleşmeyi kuşkusuz Hz. Ebû Zerr görüyordu ve bunu hoş karşılamıyordu. Halbuki, Hz. Osman'ın (ra) hilâfetinin ikinci döneminde, bilhassa valiler vasıtasıyla yönetimde bir bürokrasi çarkı oluşuyor, ilk dönemlerdeki gevşek dokulu, tamamen tabana yayılan ve sadece içtimaî bir mukavele ve işbölümü sistemi görüntüsü veren yönetim şekli merkezî ve yerleşik şekil alıyor, vilâyet merkezlerinde, valilerin eli altında biriken servet bu yeni yönetim çarkına güç veriyor ve İslâm, içtimaî ve siyasî planda yeni bir safhaya giriyordu.

Kanaat-i acizanemce, safvet ve samimiyete dayalı her yeni kuruluş döneminin arkasından gelen ve günümüzdeki iman ve Kur'ân hizmetini de çok yakından ilgilendiren bu yerleşme ve merkezîleşme safhası, değişik birkaç açıdan daha irdelenmeğe değer mahiyettedir:

Mutlak Güzellikten İzafî Güzelliğe

Ashâb-ı Kiram, Efendimiz'e (sav) destek verirken, hiç bir dünyevî beklenti taşımıyordu. Onlar için yarın demek 'ölmek ve Ebedî Âlem'e göçmek' demekti. Putları, Allah'a ortak koşmayı reddedip, 'Lâ ilahe illallah' derken, bir gün gelip Bizans'a ve İran'a hâkim olacaklarını ve o günkü dünyanın en büyük gücü haline geleceklerini düşünmüyorlardı. Onlar için, her gün kin ve gayzla bilenmiş kılıçlar, yağlı kırbaçlar, boykotlar, işkenceler vardı. Hicret'e kadar durum bu idi. Hicret'le beraber başlayan yeni dönem, baştan sona 'şehadet' dönemiydi. Bedir, Uhud, Kaynuka ve Nadir Oğulları, Hendek, Kureyza Oğulları, Hayber, Hudeybiye, Mute, Fetih, Huneyn, Tebuk ve onlarca seriyye ile örgülenen ve cepheden cepheye şehadet aramakla geçen hayatın tek hedefi Allah'ın ve Rasulü'nün kendilerinden hoşnut olması idi. îmanın ve ibadetin, Allah'a kulluğun cennete bile değişilmeyecek zevkini tatmışlar, aşkla ve şevkle bu kutlu hedefin peşinde sermest bir hayat sürüyorlardı. Onlar için bu yolda ve İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (sav) arkasında bir nefer olmak, bütün dünya bir devlet haline gelse, böyle bir devletin başında hükümdar olmaktan kat kat öte bir makam ifade ediyordu.

Allah Rasulü'nün (sav) bu değerlerüstü değere haiz arkadaşları, devrin iki büyük süper gücünü dize getirirken de çizgilerinden sapmadılar. Dünya yüzlerine gülmüştü; yeryüzünün altını ve gümüşü oluk oluk kendilerine akıyordu. Fakat onlar, büyük ölçüde Rasulullah'la (sav) ahirette buluşacakları günü bekliyorlardı. Bilhassa Hz. Ebû Zerr, hiç mi hiç değişmeyenlerdendi. Ne var ki, artık kıtalara hükmetmeğe başlayan devlet çarkı ortaya yeni zaruretler çıkarıyordu. Meselâ, valileri teftişinde Hz. Ömer (ra) Hz. Muaviye'yi debdebe içinde görünce; "Bu ne hal?" diye sormuş, o ise, "Ben, bir zamanlar Bizans'ın hâkim olduğu bir yerde valilik yapıyorum. Burada halk, idarecilerini böyle görmeğe alışmış ve ancak böyle idarecilere itaat ediyor" cevabını vermişti. Artık; servete, bürokrasiye dayalı bir devlet çarkı gelmek üzereydi. Hz. Osman (ra) devlet çarkının iyi işlemesi ve parçalanmalara meydan verilmemesi için, bu çarkı yakınlarıyla çevirmeyi düşünmüş olmalıydı.

Adeta bir geçiş dönemi yaşanıyordu çünkü. Aynı durum, Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlı Devleti'nin başına gelmişti. Yıldırım, Ankara Savaşı'nı beylerinin, Anadolu beylerinin ihaneti sonucunda kaybetmişti. Bu gerçeği iyi gören Fatih, İstanbul'un fet-hinden sonra ilk olarak idareyi merkezîleştirecek ve gevşek yönetim mekanizmasını parçaları birbirine yakın bir bütün haline getirecekti. Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin enfes tesbitleriyle, şartlar, Rasulullah (sav) ve O'nu takip eden Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dö-nemlerinin mutlak güzelliğinin yerini izafî güzelliklerinin almasını zorluyordu.

Kuranlar-Yönetenler veya Samimiyet-Kabiliyet Ayrışması

Yeni yönetim çarkı, kendini döndürecek elemanlar istiyordu. Rasulullah Efendimiz (sav)'den önce Haşimoğulları Kureyş'te genellikle Kabe ile ilgili 'dinî ' işlere bakarken, Emevîler ve Mahzumoğulları gibi güçlü kabileler 'dünyevî' işlerde daha çok söz sahibi idiler. Rasulullah (sav) ve O'nu takip eden Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde dünya dinin içinde erimiş, hayatta, düşüncede bütünlük sağlanmış ve her şey ahirete endekslenmişti. Fakat, hızlı fetihlerden sonra gelen yeni şartlar, dünyevî ve idarî kabiliyetleri daha ön planda bulunan insanlar istiyordu. Artık bu şartlarda, meselâ Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi mutlak güzelliğin, safvet ve samimiyetin temsilcileri değil de, Hz. Muaviye, Abdülmelik ve Ebû Cafer Mansur gibi, dine bağlılıklarında şüphe olmamakla birlikte, kendine has mekanizmasını kuran yeni siyasî ve içtimaî çarkın dönmesine daha çok ehemmiyet veren kuvvetin temsilcileri iktidarda olabilir ve diğerleri, yine İbn Ömer, İbn Abbas, Ali Zeyne'l-Abidin gibi güneş-misal simalar, Nübüvvet güneşinin şualarını halkı ay-dınlatmada kullanırken, yönetim çarkına gerektiğinde kılavuzluk yapabilir ve en azından izafî güzellikten sapmamalarında bir ölçü olabilirlerdi. Ümmetin parçalanmaması, fitne, fesat ve anarşi ile daha büyük şerlere meydan verilmemesi için, artık ilk dönemin samimiyet ve samîmilerinden çok, yeni dönemin kabiliyetlerinin ön planda olması gerekiyordu. Bu kabiliyetler, ilk dönemin safvet ve samimiyetini temsil edenlerin nasihatlerini baştacı ettikleri takdirde, her şey daha güzel olabilirdi.

Kısaca, Kitap, Arınma ve Mizan-Demir, bir başka ifade ile, İlim, Tasavvuf ve İdare, Akıl, Kalp ve Yumruk, Medrese, Tekye ve Kışla ilk dönemdeki gibi birbirine kaynaşmış ve aynı şahısta birleşmiş kalamıyor ve adeta kuvvetler ayrımına gidiliyordu. Bu noktada, Kışla-Yumruk-İdare-Demir, Kitap ve Mizana, İlim ve Tasavvufa, Tekye ve Medreseye yakın durduğu ve onların nasihatlerini nazara aldığı ölçüde güzelliğin derecesi artardı.

Misyon Çatışması

Hz. Ebû Zerr'in mücadelesine, toplumda bazı önemli şahısların sahip olduğu misyonların çatışması açısından da yaklaşılabilir. Yine Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin tesbitleri üzere, maddî hastalıklar gibi manevî hastalıklar da çeşit çeşittir. Dolayısıyla, aynı anda toplum içinde bu hastalıkları tedavi edecek manevî hekimlerin bulunması zarurîdir. Ayrıca, mizaç ve mezakların farklılığı da aynı anda pek çok yol göstericinin bulunmasını gerektirir; yani, herkesin kalbinin kilidi bir insanın elinde olmayabilir.

Meselâ, bir mürşidde Allah'ın Cevâd ismi hâkimdir ve onun misyonu cimriliğe karşı mücadele etmektir. Bir diğer mürşidde Muksit ismi ön plana çıkar ve onun misyonu da, israfa karşı mücadele olur. Eğer bu iki mürşid sahalarının tam farkında olmaz ve sahip bulundukları sınırlı misyonu umûmîleştirmeğe kalkarlarsa, yani misyonu cimriliğe karşı mücadele ve cimrileri irşad etmek olan mürşid, iktisat sahiplerini de cimri görür ve iktisada çağıran mürşidi ve talebelerini suçlamaya kalkarsa, bu defa çatışma çıkar. Aynı durum, misyonu israfa karşı mücadele ve müsrifleri irşad etmek olan mürşid için de söz konusu olabilir. O da misyonunun sınırlarını bilmeli ve cömertleri müsrif görme, dolayısıyla cimriliğe karşı mücadele veren mürşidi ve taraftarlarını yanlışta görüp, kendine çağırma hatasını işlememelidir. Bu gerçeğe rağmen, zaman zaman sınırların bilinememesi, dolayısıyla birbirinin velayetinden habersiz iki velinin birbirini inkârı Müslümanlar arasında ihtilâflara sebep olabilmektedir. Oysa, herkes kendi mesleğinin muhabbetiyle yaşayıp, başkalarını tenkit kapısını açmazsa ihtilâflar olmaz. Hattâ, yine Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin tesbitleriyle, Mutezile, kendisini teklif (Dinî emir ve yasaklar) ve gelecekle, Cebriye de geçmişle ve musibetlerle sınırlayabilseydi, yani geçmişe ve musibetlere kader açısından, geleceğe ve mükellefiyetlere irade açısından bakılması gerektiğini idrak edip, birbirlerinin sahasına girmeseler veya yakaladıkları kısmî doğruyu umûmîleştirmeselerdi, İslâm tarihinde kader mücadelesi, Mutezile-Cebriye kutuplaşması olmazdı. Aynı şekilde, Nasıbîler Hz. Osman taraftarlığını Hz. Ali'ye sövmeğe, Şiîler Ehl-i Beyt sevgisini, birkaçı hariç diğer bütün Sahabîler'e buğza kadar götürmeselerdi, tarihte bir Şiî-Sünnî mücadelesi de olmazdı. Önemli olan, herkesin haddini ve sahasını bilmesidir.

İşte, kanaat-i âcizânemce, Hz. Ebû Zerr (ra), israfa, mal biriktirmeğe ve fazla zenginleşmeğe karşı, infak ve cömertliğe tam taraftar biri olarak, İslâm toplumunun zenginleştiği bir dönemde, fazla dünyevîleşme, kaba bir tabir de olsa, kapitalistleşmeğe karşı koyma misyonuna sahipti. O, misyonunu yerine getirirken, hiçbir zaman biat ettiği halifeye itaatsizlik etmemiş, buna karşılık, gerek Hz. Muaviye, gerekse Hz. Osman, kendisine karşı rıfk, sabır ve yumuşaklıkla davranmış, herhangi bir iç fitne çıkmaması için kendisini sürgünle yetinmişlerdir. Bu noktada, siyasî açıdan Hz. Ali'ye daha çok taraftar ve Şiîliğe daha çok meyyal olan Mutezile'ye bağlı İbn Ebi'l-Hadîd'in bile verdiği hüküm, gerçekten yerindedir:

"Osman'ı bu noktada mazur görmek ve yaptıklarına hüsn-ü zanda bulunmak gerekir. Çünkü o, fitneden ve Müslümanlarının kelimesinin parçalanmasından korkmuş, Ebû Zerr'in Rebeze'ye sürgününü karışıklık çıkmasına tercih etmiştir. Bu da İmam hakkında caizdir. Ashabımız Mutezile bu konuda böyle der ve bu güzel ahlâka en lâyık olandır" (Şerhu Nehci'l-Belâğa, 2/ 387).

Son Olarak

Gerek Hz. Ebû Zerr'in mücadelesini, gerekse Hz. Ali'nin hilâfetini zahirî bir değerlendirmeye tabî tutarak, "neye değdi, ne getirdi?" gibi bir sonuca varırsak yanılırız. Hz. Osman dönemi, İslâm'ın ilk dönem tarihinin en sancılı dönemidir. Çünkü bu dönem, bir geçiş dönemi, arzetmeğe çalıştığımız üzere, Nübüvvet' e dayalı hilâfetten hilâfetin saltanatına atlama dönemi idi. Eğer bu atlama dönemi, tamamen devrin yöneticilerinin, Ümeyyeoğulları gençlerinin insiyatifinde yü-rüseydi, bu dönemde bir Ebû Zerr, daha sonra bir Ali Zeyne'l-Abidîn ve emsali zatlar yaşamamış olsa idi, yine Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin tesbitleri ile, her şeyin bütün bütün çığırından çıkması ve İslâm'ın daha o gün tarihe gömülmesi muhtemel idi. Bu zatlar sayesindedir ki, yenilerin kabiliyet ve dehâsı, ilklerin safvet, samimiyet ve hüdasının karşısında dalâlete sebep olmaktan korunmuş ve -sebepler planında- İslâm saf haliyle bugünlere gelebilmiştir. O kadar fetihler ve yeni müslüman olmalar neticesinde ilk dönemindeki safvet ve samimiyetin gitmesi de mümkün değildi. Safvet ve samimiyete dayalı hareketler, kendilerine has medeniyet ve kültür atmosferini oluşturmadıkça ömürlü olamazlar. Aksiyon, kendine has ruhu ve mânâyı ilim temelli bir kültür ve medeniyete dönüştürdüğü zamandır ki, toprağa 'hakkolur’ ve hakikat olarak asırlara hükmedebilir. İşte, bir anda Orta Doğu'nun karmakarışık içtimaî ve dinî atmosferiyle karşılaşan İslâm, bu geçiş döneminde birtakım siyasî sancılar yaşamışsa da, Hz. Ali gibi, Hz. Ebû Zerr gibi, Hz. Hasan ve Hüseyin gibi, onları takip eden kadr-i celîl âlimler ve mürşidler gibi devâsâ zatlar sayesindedir ki, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi özünden sapmaktan masun kalmış ve onların bıraktığı mirasla, daha sonra karşılaştığı bütün tehlikeleri ve badireleri atlatmasını bilmiştir. Bilhassa siyasî açıdan, Ömer İbn Abdi'1-Aziz hazretlerinin 2,5 yıllık hilâfeti de bu noktada çok büyük bir öneme haizdir.

(Yeni Ümit, 36. Sayı)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Hz. Ebû Zerr El-Gıfârî- 2 2
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
İlim Dünyamıza Hoşgeldiniz.. ßiร๓illคђiггคђ๓คภiггคђi๓ ..νυѕℓαтıм özℓємiм∂iя.. :: ♥✿•*¨`*•✿♥ ♥✿•*¨`*•✿♥...::::iSLAM::::....♥✿•*¨`*•✿♥ ♥✿•*¨`*•✿♥. :: รคђค๒єlєг tคгiђi-
Buraya geçin: