> MESNEVİ ŞERİF
> ANA SAYFA
> KİTAP-1
> BEYİT 1-700
>
> Padişahın bir halayığa âşık olup satın alması, halayığın
> hastalanması, onu iyi etmek için tedbiri
> 35. Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü
> halimizdir.
> Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem din
> saltanatına malikti.
> Padişah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmiş,
> giderken.
> Ana caddede bir halayık gördü, o halayığın kölesi oldu.
> Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi, o halayığı satın
> aldı.
> 40. Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık hastalandı.
> Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş,
> bu sefer eşeği kurt kapmış.
> Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da
> ibrik kırılmış!
> Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: "İkimizin hayatı
> da sizin elinizdedir.
> Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben
> dertliyim,
> hastayım dermanım o.
> 45. Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve
> mercanımı (atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir)."
> Hepsi birden dediler ki: "Canımızı feda edelim. Beraberce düşünüp
> beraberce tedavi edelim.
> Bizim her birimiz bir âlem Mesih'idir, elimizde her hastalığa bir
> ilâç vardır."
> Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da
> onlara
> insanların âcizliğini gösterdi.
> "İnşaallah" sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım,
> insanların
> yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa ârızî bir halet
> olan inşaallah'ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir.
> 50. Hey gidi nice inşaallah'ı diliyle söylemeyen vardır ki canı
> "inşaallah" la eş olmuştur.
> İlâç ve tedavi nev'inden her ne yapıldıysa hastalık arttı, maksat
> da hâsıl olmadı.
> O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz
> yaşı ırmağa döndü.
> Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da kuruluk
> tesirini
> göstermeye başladı.
> Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe
> yardım etti.
> Halayığın tedavisinde hekimlerin âciz kalmalarını padişahın
> anlaması,
> Tanrı tapusuna yüz tutması ve bir uluyu rüyada görmesi
> 55. Padişah, hekimlerin âciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide
> koştu.
> Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yaşından
> sırsıklam oldu.
> Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda
> medhü senaya başladı:
> "En az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? Zaten
> sen gizlileri bilirsin.
> Ey daima dileğimize penah olan Tanrı! Biz bu sefer de yolu
> yanıldık.
> 60. Ama sen "Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen,
> yine onları meydana dök" dedin.
> Padişah, tâ can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya
> başladı.
> Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü.
> Dedi ki: "Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir
> yabancı gelirse o, bizdendir.
> O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek
> erenlerdendir.
> 65. İlâcında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede et."
> Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp
> yıldızları
> yakınca:
> Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede
> bekliyordu.
> Bir de gördü ki, faziletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimse,
> gölge ortasında bir güneş;
> Uzaktan hilâl gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var
> gibi görünmekte.
> 70. Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere
> yürür gör!
> Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri
> de,
> utanmaları da bir hayalden ötürüdür.
> Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay
> çehrelilerin akisleridir.
> Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pîrin çehresinde
> görünüp duruyordu.
> Padişah bizzat mabeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen
> konuğun
> huzuruna vardı.
> 75. Her ikisi de âşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her
> ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.
> Padişah: "Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş
> işten çıkar.
> Ey aziz, sen bana Mustafa'sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin
> hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım" dedi.
> Padişahın, kendisine rüyada gösterilen velî
> ile görüşmesi
> Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için
> çekti.
> Elini, alnını öpmeğe, oturduğu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.
> 95. Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: "Nihayet
> sabırla bir define buldum.
> Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin
> anahtarıdır"
> sözünün mânası,
> Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül,
> konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider.
> Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın
> elinitutan sensin.
> Ey seçilmiş, ey Tanrı'dan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış
> kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır.
> 100. Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan
> bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse..."
> O ağırlama, o hal hâtır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup
> hareme götürdü.
> Padişahın hastayı görmek üzere hekimi
> götürmesi
> Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına
> götürdü.
> Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene
> etti.
> Hastalığının ârazını ve sebeplerini de dinledi.
> Dedi ki: "Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil;
> büsbütün
> harap etmişler.
> 105. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden
> hepsinin aklı dışarıda."
> Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve
> sultana söylemedi.
> Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından
> meydana çıkar.
> İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama
> o, gönüle tutulmuştur.
> Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül
> hastalığı gibi değildir.
> O velînin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan
> halayıkla halvet olmayı dilemesi
> (Hekim) dedi ki: "Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.
> 145. Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu cariyecikten
> bir şeyler sorayım."
> Oda boşaldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı.
> Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: "Memleketin neresi?
> Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır.
> O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye
> bağlısın?
> Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve
> meşakkati soruyordu.
> 150. Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor.
> İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile
> ıslatır.
> Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan
> diken nicedir? Cevabını sen ver!
> Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar,
> kederler; herkese el uzatabilir miydi?
> Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan
> çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar.
> 155. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak
> için akıllı bir adam lâzım.
> Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve
> yüz yerini daha yaralar.
> O diken çıkaran hekim, üstaddı . Halayığın her tarafına elini
> koyup
> muayene ediyordu.
> Halayıktan hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı.
> Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından,
> efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.
> 160. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının
> atmasına dikkat etmekteydi.
> Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur
> (diyordu).
> Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir
> memleketi andı.
> "Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?"dedi.
> Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının
> atması başkalaşmadı.
> 165. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları,
> oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar
> tekrar
> söyledi.
> Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi
> sarardı.
> Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı
> tabiî haldeydi fazla atmıyordu.
> Semerkand'ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o,
> Semerkand'lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
> O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına
> erişince:
> 170. "Onun semti hangi mahallede?" diye sordu. Kız, "Köprü başında,
> Gatfer mahallesinde" dedi.
> Hekim, "Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi
> hususunda sihirler göstereceğim;
> Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de
> sana onu yapacağım;
> Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan
> daha şefkatliyim;
> Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne
> kadar sorup soruştursa yine sakla;
> 175. Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl
> olur;dedi.
> Peygamber demiştir ki: "Her kim sırrını saklar ise çabucak
> muradına
> erişir."
> Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin
> yeşillenmesi ile neticelenir.
> Altın ve gümüş gizli olmasalardı... madende nasıl musaffa olurlar,
> nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi?
> O hekimin vaitleri ve lûtufları hastayı korkudan emin etti.
> 180. Hakiki olan vaitleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler
> ise
> insanı ıstıraba sokar.
> Kerem ehlinin vaitleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir.
> Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaitleri ise gönül
> azabıdır.
> O velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arzetmesi
> Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu
> meseleden birazcık haberdar etti.
> Dedi ki: "Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı
> getirelim.
> Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat."
> *Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden
> kabul etti.
> 185. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak
> gönderdi.
> Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand'e
> elçiler yollaması
> O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand'e kadar
> geldiler.
> Dediler ki: "Ey lûtuf sahibi üstad, ey marifette kâmil kişi!
> Öğülmen şehirlere yayılmıştır.
> İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte)
> pek büyüksün, pek kâmilsin.
> Şimdicek şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın
> havassından ve nedimlerinden olursun."
> 190. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk
> çocuktan ayrıldı.
> Adam, neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına
> kastetmişti.
> Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise
> sandı!
> Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü
> bir kazaya giden!
> Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail "Git, evet, muradına
> erişirsin" demekte!
> 195. O garip kişi yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna
> götürdü;
> Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına
> izzet ve ikramla iletti.
> Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim
> etti.
> Sonra hekim dedi ki: "Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver;
> Ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin."
> 200. Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını
> birbirine çift etti.
> Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da
> tamamen iyileşti.
> Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın
> karşısında erimeye başladı.
> Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun
> derdinden azat oldu, ondan vazgeçti.
> Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın
> gönlü
> de yavaş yavaş ondan soğudu.
> 205. Ancak zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar
> nihayet bir âr olur.
> Keşke kuyumcu baştanbaşa ayıp ve âr olsaydı, tamamıyla çirkin
> bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi!
> Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman
> kesildi.
> Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır
> ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur.
> Kuyumcu, "Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı,
> benim
> sâf kanımı dökmüştür.
> 210. Ah, ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp
> tuttular, başımı kestiler.
> Ah, ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı
> döktü.
> Beni, benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki
> benim kanım uyumaz!
> Bugün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı
> nasıl
> zayi olur?
> Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür;
> fakat
> o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.
> 215. Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine
> bizim semtimize gelir" dedi.
> Kuyumcu, bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O
> cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu.
> Çünkü ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez.
> Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur
> durur.
> O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana
> sakilik eder.
> 220. O'nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve
> kudret buldular, iş güç sahibi oldular.
> Sen "Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur" deme. Kerim
> olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.
> Kuyumcuyu öldürme ve zehirlemenin Tanrı emriyle olup
> padişahın isteğiyle olmadığı
> O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne korkudan
> dolayı.
> Tanrının emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı
> için
> öldürmedi.
> Hızır'ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı
> anlayamaz.